Tüketim Toplumu’nda Din ve Dini Değerler: Lüks Hac ve Umre Örnek Olayı((Bu makale “Tüketim Toplumu ve Din İlişkisi: Türkiye ve İslam Örneği” başlıklı yüksek lisans tezinden hareketle yazılmıştır. Bu sitede yer alan metin makalenin ilk 3 bölümünü oluşturmaktadır. Makalenin tamamını okumak için tıklayınız.))
Mücahid Pişkin((Arş. Gör., İnönü Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, Din Sosyolojisi Ana Bilim Dalı. E-posta: iklimayedi@yahoo.com. Adres: A. Yavuz Mah. Yavuz Selim Cad. Osmanlı Sitesi, B2/24, Ümraniye/İstanbul. ))
Öz: Günümüz toplumları gözlendiğinde en göze çarpan özelliklerden ikisi tüketim toplumu olmaları ve dinin bu toplumlarda görünürlüğünün artmasıdır. Türkiye toplumu da son yıllarda tüketim toplumunun hemen hemen bütün kodlarını, belirtilerini gösterir hale gelmiştir. Bu çalışmada, tüketim toplumunda din ve dini değerlerin var olma ve tecrübe edilme biçimleri, Türkiye ve İslam örnekleri merkeze alınarak incelenmektedir. Bu incelemede tüketim toplumu kodlarıyla dini değerlerin nasıl bir etkileşime girdikleri tespit edilmeye çalışılmaktadır. Tüketim kültürünü içselleştirmiş olan Türkiye toplumunda kimi dini değerlerin aldığı yeni görünümleri tespit edip tüketim kültürünün etkisiyle metalaşma olarak nitelenebilecek bu değişimlerin altında yatan toplumsal saikler tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu aşamada dökümantasyon metoduyla yazılı ve görsel medya taranmış, derinlemesine mülakat yoluyla gösterişli tesettür ve giyim gibi metalaşma örneklerinin yanında özellikle lüks umre ve hac turlarının nasıl değerlendirildiği tespit edilmeye çalışılmıştır. Tüketim toplumunun ve kültürünün etkisiyle, bir çok dini değer ve tecrübede olduğu gibi, özelde hac ve umre ibadetinin dayanak noktalarının ve gözettiği hedeflerin gerçekleşmesinde birçok güçlükle karşılaşıldığı, bireylerin dini pratiklerini gerçekleştirirken tüketimin düşünce kalıplarından ve davranışa ilişkin alışkanlıklarından sıyrılamadığı tespit edilmiştir.
Anahtar kelimeler: Tüketim, tüketim toplumu, dini değerler, metalaşma, dinin tüketimi.
Giriş
Tüketim, çağımızın en belirgin ve belirleyici olgularından birisi haline gelmiş görünmektedir. Toplumsal dönüşümün önemli parametrelerinden tüketim ve din olgularının etkileşimi son zamanlarda kimi çalışmalara konu edilmişse de hala yeterli olmaktan çok uzaktır. Demirezen’in “Tüketim ve Din” (2011) isimli telif eseri önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Bir diğeri Köroğlu tarafından doktora tezi olarak hazırlanan “Tüketim Kültürü ve Din” başlıklı araştırmadır. Bu çalışmada yaş, cinsiyet, çevre gibi başka birçok faktörle beraber dindarlık düzeyinin, tüketim alışkanlıkları ve etkinliklerini ne düzeyde etkilediği istatiksel veriler üzerinden tespit edilip değerlendirilmiştir. Tüketim kültürünün ve cari olduğu tüketim toplumunun bireyin dinini algılama biçimini, dini değerler ve sembollere bakış açısını ve dindarlığını nasıl etkilediğini anlamaya yönelik bir yaklaşıma bu çalışmada yer verilmediğini görmekteyiz. Biz bu makalede, dinin tüketim ile etkileşiminin iki yönlü olduğu düşüncesiyle iki olgunun karşılaşmasının daha iyi değerlendirilebilmesi için tüketimin din ve dini değerler üzerine etkisini somut örnekler üzerinden ele alarak literatüre katkı sunmaya çalışacağız.
Tüketim ve Tüketim Toplumu
Tüketim, kınayıcı temalardan uzak teorik yaklaşımlarda, herhangi bir ürün ya da hizmetin seçilmesi, satın alınması, kullanılması, onarılması ve atılması şeklinde tanımlanmaktadır (Ritzer, 2000). Günlük insan ihtiyaçlarının tatmini için satın alınan mal ve hizmetlerin toplamı gibi görülen tüketim, bu anlamıyla insanoğlunun varlığını devam ettirebilmek için sürdürdüğü doğal bir etkinlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmiş bütün toplumlarda da var olan bir etkinliğin, o toplumların değil de neden günümüz toplumlarının sıfatı haline geldiği sorusunu cevaplayabilmek için daha geniş bir perspektiften tüketim olgusuna yaklaşmak gerekmektedir. Bu da tüketimin herhangi bir nesnenin bizatihi kendinden ve kullanımından kaynaklı ekonomik ve salt işlevsel fayda için gerçekleşmesini aşıp psikolojik, sosyal ve kültürel boyutlarını görmekle mümkün olacaktır. Bu bakış açısıyla tüketim olgusunun modern insanın hayatının her cephesine sirayet ettiğini iddia etmek mümkündür. Geçmiş toplumlardaki tüketim anlayışından temel ayırım noktası da burasıdır. Nitekim tüketimi nesnelerin, değerlerin, ilişkilerin ve dolayısıyla bütün hayatın tüketilmesi olarak değerlendiren Bauman bu zaviyeden bakmaktadır (Bauman, 2007, s. 98-99; Bauman, 2001, s. 105-106). Tüketim ve tüketimcilik gibi iki kavramı kullanarak ayırım yapmayı deneyen Bauman’a göre, tüketimcilik sıradan, kalıcı ve nötr insan istek ve arzularının toplumda tabakalaşmayı, bütünleşmeyi ve insan ilişkilerinin oluşumunu sevk ve idare eden bir güce dönüşmesinden neşet eden sosyal düzen tarzıdır (Bauman, 2007, s. 28). Baudrillard da günümüz tüketiminin nesnelerden ziyade sembol ve değer sisteminin tüketimi olduğuna dikkat çektiği için (Baudrillard, 1998, s. 22), onun görüşleri doğal olmayan tüketim yaklaşımına uygun düşmektedir. Söz konusu ettiğimiz ilk anlayışta tüketim insanda mallara yönelik bir ihtiyaç oluştuğunda ya da arzu uyandığında bunların tatmin edilmesi eylemi olarak görülür. Mallar sahip oldukları özsel nitelikler ve kullanım değerleri için tüketilmektedirler. Bu metanın alındıktan sonra insanın ne tip ihtiyaç ve arzularını giderdiği ve bunları ne şekilde başardığı önemli değildir. İnsanın hayal gücü, toplumsal konumu, kimliği ve bunu inşası dikkate alınmaz. Ancak ikinci türden bir yaklaşıma geçildiğinde tüketimle ilgili çözümleme salt ekonomik yaklaşımdan açıkça çeşitli boyutları olan kültürel bir yaklaşıma kaymıştır. Kısacası tüketim kavramının tanımlamasının, hangi kuramsal yaklaşıma göre ele alındığına göre olduğu gibi aynı görüşün hangi tarihsel dönemi ya da toplumsal yapıyı ele aldığına göre de değişeceğini söylemek mümkündür (Bocock, 1993, s. 42). Bu yaklaşımla birlikte beliren sıkıntı hangi davranışın tüketim düşüncesinden uzak insani davranış, hangisinin tüketime dayalı davranış olduğunun anlaşılmasının güç olduğu bir zeminin ortaya çıkmasıdır. Ancak bu, karmaşık modern hatta geç modern toplumlarda ele alınacak olan bütün olgular için geçerli bir durum olarak görülebilir. Sonuç olarak bütün zorluğuna rağmen günümüz için geçerli olan tüketimi ihtiyaçların giderilme biçimleri ve bu süreçte ortaya çıkan ve dikkate alınan normlar ve değerler bütünü olarak tanımlamanın mümkün olduğunu düşünüyoruz.
Tüketimi, alınan ve kullanılan mallardan ibaret görmeyip bu malların alınış, kullanılış biçimlerini ve bu süreçte ortaya çıkan ve dikkate alınan değerler sistemini de kapsayan bir olgu olarak tanımladığımızda, tüketim toplumunun teşekkülüne dair ciddi ipuçları da yakalanmış olmaktadır. Malların alınış ve sarf ediliş biçimleri, bunlara dair usuller, kurallar ve değerler, ekonomik esaslara dayanmaktan ziyade, kültürel ve toplumsal içerimlere sahip olduğu için antropologlar, kültür araştırmacıları ve Veblen, Simmel, Bourdieu, Baudrillard gibi birçok düşünür de tüketimi, statülerin, hiyerarşilerin, sembol ve göstergelerin kullanımına dayalı olarak ele almışlardır.
Illich, tüketim toplumunu, hayatın eşyalar çevresinde düzenlendiği ve toplumsal ilerlemenin bu metalara ulaşma gücüyle ölçüldüğü toplum tipi olarak tanımlamaktadır (Illich, 1990, s. 26). Bauman ise tüketim toplumunu, bireyin tüketimci yaşam stiline ait tercihlerini teşvik eden, destekleyen, manipüle eden toplum tipi olarak ele almaktadır (Bauman, 2007, s. 53). Bu noktada biz de geleneksel anlamından net bir şekilde ayırdığımız şekliyle tüketim ve tüketim mantığından hareketle bir tüketim toplumu tanımı yapabiliriz: Tüketimin ve tüketim mallarının bireyin psikolojik, sosyolojik ihtiyaçlarıyla ilişkilendirildiği, bireylerin gerek benlik ve kimlik algılarına bakan yönüyle gerekse topluma ve hayata bakan yönüyle sahip oldukları anlam dünyasının şekillenmesinde ve sergilenmesinde başat bir unsur haline geldiği, toplumsal uzamda ve konumlanmada temel referans noktası haline geldiği toplumlara tüketim toplumu denilebilir. Tüketim toplumunu bu şekilde tanımladığımız zaman hem bireye hem topluma yönelik birçok boyutunun olduğu görülmektedir. Böylesi çok katmanlı bir olgunun bir anda ortaya çıkmadığı, başka alanlardaki birçok gelişmeyle ilişkili olduğu ve tarihsel bir süreçte etkinlik kazandığı aşikârdır.
Tüketim toplumunun dünya kapitalist sisteminin getirdiği imkân ve şartların, gerektirdiği karmaşık süreçlerin bir uzantısı olarak geliştiğini öne sürmek yanlış olmaz. 15. yüzyılda Avrupa’da gelişmeye başlayan kapitalist sistemin daha önceki ekonomik yapılardan temel farkı, eldeki maddi birikimlerin yalnızca daha fazla sermaye biriktirmek için kullanıldığında sermaye olarak kabul edilmesi durumudur. Sermayeyi elinde tutan, dur durak bilmeden bu sermayesini artırmak için diğer insanlarla da benzer nitelikte ilişkiler kurmaya zorlanmaktadır. Böylelikle sınırsız sermaye amacı, daha önce piyasa dışı yollarla yürütülen birçok süreçte de yaygınlaşan bir metalaşmayı getirmiştir. Hiçbir toplumsal sürecin olası metalaştırılmadan özü itibariyle bağışık kalmaması gibi bir durum ortaya çıkmıştır (Wallerstein, 1992, s. 12-13).
Yeni keşfedilen kıtalardan elde edilen kaynaklarla yapılan yeni yatırımlarla birlikte, 17. yüzyılın ortalarında, yaşayabilecek bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin temel yapıları pekiştirilmiştir (Wallerstein, 1992, s. 37). Üretimin sınırsızca arttığı bu yüzyıllardan itibaren, tüketim önemli hale gelmeye başlamıştır. Tüketim toplumunun en güçlü ve en belirgin kodlarının son birkaç on yılda yerleştiğini tespit etmekle birlikte, özellikle geçinmek için üretmenin yerini, tüketmek için üretmenin aldığı dönemlerden itibaren gelişmeye başladığı söylenebilir. Tüketim mallarının toplumsal hayata bakan yönüyle ayırt edici nitelikler ortaya koymak için kullanılması gibi tipik tüketim toplumu özelliğinin izlerini Veblen, Aylak Sınıfın Teorisi’nde yüz yılı aşkın bir zaman öncesinde yaptığı tespitlerde, gösterişçi tüketim kavramıyla kapitalizmin ilk evrelerine kadar götürmektedir. 18. yüzyıldan itibaren aşırı üretimin gerçekleştiği ABD ve Batı Avrupa’da toplumsal kimlik duygusuna sahip tüketim gruplarının oluştuğu gözlemlenmiştir (Bocock, 1993, s. 25). Söz konusu zaman dilimi sadece üretimin aşırılığı bakımından bir farklılık taşımamaktadır. Çok büyük ve kalabalık kentlerin ortaya çıkışı, metropol yaşamının artıp kırsal yaşamın azalması, yüz yüze yaşantıların, birebir uzun süreli paylaşımların azalması, bireyselliğin artması gibi birçok farklılık söz konusudur. Bütün bu değişimlerle birlikte kapitalizm yatay olarak dünya ölçeğinde yayılmış, dikey olarak ise kültür dahil her şeyi sistemin bir parçası haline getirmiş ve tüketim toplumunun yapısal ve ekonomik zeminini oluşturmuştur (Demirezen, 2011, s. 35). Tüketim toplumunun varoluşsal, toplumsal ve bireysel dayanakları ise çalışmamızın konusu itibariyle bilhassa önemli olduğu için ayrıca ele alınacaktır.
Kapitalizmin tarihsel gelişiminin her şeyi metalaştırma yönündeki baskıyı getirmesinden dolayı, günümüz tüketim toplumları gözlendiğinde göze çarpan en temel olgu metalaşma olmaktadır. Metalaşma bir heyula gibi her şeyin üzerine sinmekte, maddi bir değere tekabül etmeyen birçok hizmeti, duyguyu, nesneyi, ilişkiyi piyasa şartlarına endekslemektedir. Metalaşmanın etkisi kültüre de yansımakta ve tüketim toplumunda kültürel değerlerin, ürünlerin ve ihtiyaçların da neredeyse tamamen pazar koşullarında var olduğunu, bu koşullara göre şekillendiğini tespit edebilmekteyiz. Yukarda vermiş olduğumuz tanımımız da göz önüne alınacak olursa, bireyin psikolojik ve sosyolojik ihtiyaçlarının tüketimle ilişkilendirilmesi anlamına gelen metanın kültürel anlamlar ifade edecek bir mahiyet arz etmesi de tüketim toplumunda tespit ettiğimiz özelliklerdendir. Metanın kültürleşmesi, bir nesnenin kullanım değerinden öte, sosyal ve psikolojik anlamlar üstlenmesi anlamına gelmektedir. Yine kimlik ve benlik algısında toplumsal evrenin öneminden hareketle, tüketim ürünlerinin benlik projeleri sunabilmesi de metanın kültürel ve toplumsal değer kazanmasının işaretlerindendir. Oluşturulmuş benlik ve kimliğin sergilenmesi için metalara başvurulması vakası, tüketim toplumunun gösteri toplumu olarak da nitelenmesine yol açmıştır (Debord, 1995).
Kapitalist üretim koşullarının ihtiyaç duyduğu daha fazla tüketimin, doğal yollarla karşılanması mümkün olmadığı için tüketim toplumlarında ihtiyaçların ve arzuların üretildiği, kışkırtıldığı ve denetlendiği açıkça görülmektedir. Devletlerin uysal vatandaştan ziyade sıkı tüketiciler istediği günümüz şartlarında ihtiyaç ve arzuların manipülasyonuyla tüketici bireyler inşa edilmektedir.
Modernite, Değerler Krizi ve Dinin Dönüşü
Çalışmanın kapsamı nedeniyle uzun uzadıya modernite ve sekülerleşme bahislerine girilmeyecek olsa da((Modernite ve sekülerleşmeyle ilgili tartışmalar için bkz. Habermas 1994; Taylor 2007; Berger 1996: 3-13; Berger 1969.)) kullanışlı kimi tanımlardan faydalanılacaktır. Giddens’a göre modernlik, kendini geçmişin yerine ikame eden dünyanın, geleneklere, adetlere ve alışkanlıklara, ritüellere, beklentilere ve inançlara bağlı olmayan bir toplum olarak rasyonel, sosyal bir düzenlemesidir (Giddens ve Pierson, 1998, s. 15-16). Toplumsal uzamın oluşumunda tüm alanlarda ölçüt olarak akılcılığa yapılan vurgu, Weber’in deyişiyle (2004), her geçen dönemde daha fazla rasyonelleşen dünyayı, büyü bozumuna uğratmış, inancın ve duygunun gerilemesini ima etmiş, bu nedenle de modernlik daha çok dine karşı verdiği mücadele ile özdeşleştirilmiştir.
İlerleme fikrinin çok önemli olduğu modern toplumda kişiler arası ilişkilerden, üretim tekniklerinden, bürokratikleşmeye, kentleşmeye kadar çok yönlü değişimler yaşanmakta, birincil ilişkilerin yerini ikincil ilişkiler almaktadır. Kalabalık kentlerin yaygınlaşmasıyla birlikte daha önceleri birçok doğal yapılanmanın samimi ilişkileri içinde giderilen birçok ihtiyaç, artık bireyin modern toplum ilişkileri içerisinde giderilememekte, stres, güvensizlik, kaygı, uzak ilişkiler gibi birçok faktör kişilik zafiyetlerine yol açmaktadır. Diğer taraftan bireycilik ve özel hayat anlayışının modern hayatta önemli yer tuttuğu da görülmektedir. Bir zamanlar insanın en kişisel eserlerinde bile yaşadığı toplumun emeğinin payının olduğu kabul edilirken, bireyin ön planda olduğu, gerçekliğin dayanağı olarak bireyin akıl ve mantığının görüldüğü yeni şartlarda yaşanan atomizasyon, insan insanın kurdudur (Hobbes, 1991) anlayışının doğrulaması olmuştur. Bireyselleşmenin önemli sonuçlarından birisi de kimlik sorunudur. Birey ile çevresi arasındaki ilişkiler neticesinde şekillenen kimlik, durağan bir şey olmadığı için dinamik oluşum sürecinde bireyin dengesizce ön plana çıkmasıyla beraber kimlik çatışmaları, dayatmaları yaşanmaktadır. Modernleşme dünyaya birçok imkân sunmakla beraber araçsal dünyanın yegâne amaçlar haline getirilmesi nedeniyle çok ciddi insanlık sorunlarına yol açmıştır. Anlık amaçlar uğrunda insan yaşamı daha önceleri hiç olmadığı kadar hafife alınıp ortadan kaldırılmıştır (Black, 1986, s. 23). 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki büyük savaş ve birçok ülkede sayısız insanın gücü elinde tutanlar tarafından kıyım ve eziyete maruz bırakılması, dünyanın her tarafında açık bir şekilde yaşanan insanlık dışı sosyal olaylar modernitenin getirdiği ilkelerin geçerliliğinin sorgulanmasını tetiklemiştir.
Radikal modernizm, postmodernizm gibi kavramsallaştırmaları gerektiren makro düzeyde yaşanan bu değişim, mikro düzeyde bireylerin hayat anlayışlarında, kimlik algılarında problemlere yol açmış, anlamsızlık ve değerler krizini doğurmuştur. Modernizmin gerçek sorununu inanç problemi olarak belirleyen Bell, eski dayanakların temeli olan dinin gerilemesi ve bilim, sanat, kültür gibi yeni çözümlerin ise asılsız olduğunun anlaşılması nedeniyle insanlığın geçmişi kalmayan, gelecekten ümit beslemeyen bir nihilizmin eşiğinde manevi bir kriz yaşadığını iddia etmektedir (Bell, 1976, s. 28-29). Modern sanayi toplumunun ürettiği kültürün başat ürünü olan bağlayıcı tüm bağlarından kurtulmuş benlik bilincindeki anlam kayması aşırı bireyciliğe yol açmış, Tanrı’ya olan inanç eskisi gibi tekrar kurulamamıştır (Polama, 1993, s. 336). Bell, modern kültürü başat olgusu olan aşırı bireycilik ve benlik krizini özellikle manevi değerleri, aşkın ahlakı dışlayan, tanrıya ve ruhun ölümsüzlüğüne olan inancı sarsan kapitalist zihniyet değişimiyle açıklar. Benzer şekilde düşünen Taylor’a göre de (2007) bu arka plan nedeniyle giderek araçsal bireysellik, manevi bireysellik ve akabinde dışavurumcu bireysellik ortaya çıkmıştır. Dışavurumcu bireyselliğin en temel özelliği bireysel yaşam tarzı geliştirme ve sergilemenin insanların en büyük meselesi haline gelmesidir. Ontolojik ve epistemolojik dayanaklarından mahrum bırakılmış modern insan varlığa, varlığın anlamına ilişkin sorunlarına tez elden cevap gibi gördüğü, Bell’in de dikkat çektiği hazcı, dışavurumcu, bireyselci yaklaşımlara yönelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Hayat tarzı belli statü gruplarının ayırt edici yaşam biçimlerini anlatan kısıtlı bir sosyolojik terim iken, 1960’lardan itibaren tüketim kültürü içerisinde bireyselliği, kendini ifade etmeyi, stil sahibi bir öz bilinci çağrıştıran bir kavrama dönüşmüştür (Featherstone, 1995, s. 140). Modern yaşam koşullarında geleneğin çözülmesiyle beraber birey kendi olma krizine girmiştir. Kendi olma krizinin (Ewen, 1988) baş gösterdiği tüketim toplumu koşullarında hayat tarzı bir değer olarak şaşkınlık içindeki bireylerin imdadına yetişmiştir. Özgürlüğünü kazanarak birey haline gelen insan bu sefer birey olarak anlamının peşine düşmüş, benliğini fark etmek için kendi içine yönelmenin imkânlarını kaybettiğinden dolayı kendini ifade ederek bulmayı tercih etmiştir. Böylelikle pazardaki meta artışının da sunduğu ya da mahkum ettiği imkânlarla yaşamın kendisi ve bireyin onun içindeki kendi olma durumu ile alış veriş etkinlikleri arasında ilişki kurulmaya başlamıştır. Benlik imgesini geliştirmek için aşkın ya da içsel referanslarını kaybeden, değerler sisteminden koparılmış bulunan birey nesnelerle, ürünlerle, kısaca metayla özdeşleşme yolunu tercih etmek durumunda kalmıştır. Artık bir kimsenin bedeni, giysileri, konuşması, boş zamanı kullanma şekli, yiyecek ve içecek tercihleri, ev, otomobil seçimleri onun beğeni ve üslup duygusunun bireyselliğinin, kimliğinin işaretleri olarak görülmeye başlanmış, böylelikle kimlik sorunu, hayatta tutulan yer meselesi kolay yoldan bir çözüme ulaşmıştır.
Geç modern dönemin tüketim insanının bunca çabası, Bell’e göre toplumun dinle bağlantısı bir kez koptuktan sonra ruhsal krizi aşmak için ortaya konan dünyevi anlam sistemlerinin oyalayıcı ve yetersiz olduğunu kanıtlamaktadır (Bell, 1976, s. 28). Tüketimcilik, toplumsal bir değer sistemi olarak günlük hayatı şekillendirirken bireysel ihtiyaç, haz ve kaygıların ön planda olduğu, kendini gerçekleştirirken piyasa tarafından sunulan araçları kullanmanın zorunlu olduğu, ahlaki sorumlulukların ve kimlik unsurlarının maddi simgelerinin üretildiği geleneksel toplumdan tamamen farklı bir bağlam sunmaktadır. Kuvvetli ve kalıcı sosyal bağlar kaybolmaya yüz tutmuş, aşkın referansları olan ahlaki bir düzen kalmamıştır. Aşırı metalaşmış, haz ve hız merkezli, görünen ve gösterilenden ibaret bir hayat dinin öze ait, içten, sahih zeminine olan ihtiyacı çok güçlü bir şekilde ortaya çıkarır. Çünkü maddi hiçbir unsur metafizik ihtiyaçları gerektiği gibi karşılayamamaktadır.
Bu metin makalenin ilk 3 bölümünden oluşmaktadır. Makalenin tamamını okumak için tıklayınız.