Mülakat: Safa Dallı
‘Modernliğe itiraz hayat tarzında başlamalıdır. Siz alternatif bir hayat tarzı sunarsanız o hayat tarzının öngördüğü iktisadı, eğitimi, teknolojiyi ya da ilişikleri üretebilirsiniz. Bugün bizde olduğu gibi iktisadî olan sizin hayat tarzınızı belirlememelidir. Tam tersine iktisadî olanı sizin hayat tarzınızın belirlemesi gerekir.’ Abdurrahman Arslan, ‘Modern Dünyada Müslümanlar’ kitabı etrafında Safa Dallı’nın sorularını cevapladı.
Bilgi öngörmekse eğer, 90’lı yıllarda yazdıklarıyla bugünleri haber veren Abdurrahman Arslan’a kulak vermeli Müslümanlar. Bir akşam üzeri, Fatih Camii’nin gölgesinde, tahta iskemlelerde kendi kafa karışıklıklarımı, açmazlarımı sordum Abdurrahman Hoca’ya. Belki sadra şifa verir diye paylaşıyorum cevapları sizlerle de.
Hocam, birçok yerde Batının bilgi, teknoloji ve kurumlarına sahip olmak ve bunları Batıya/moderniteye karşı kullanmak arzu ve çabasının bu yolu kullananların asimilasyonuna sebep olduğunu ve kendi dinlerinin temel ilkeleriyle çatışmaya sevk ettiğini söylemekte, tevhidî olanı inşa etmek için araçların önemi üzerine tekrar düşünmeye davet etmektesiniz. Bu araçlar modern dünyadaki Müslümanları nasıl asimile etmekte ve dinlerinin temel ilkeleriyle çatışmaya nasıl sevk etmektedir?
Çok zor bir soru. Böyle bir sohbet havasında konuşulabilecek konu da değil. Onu da size söylemem lazım. Belki her felsefi soruya bir felsefi cevap verilerek yeniden açılımını gerektiren bir soru bu.
Çok alakası olmayacak ama şuradan başlayalım;
Batıyı parçalayan milliyetçilik oldu. Parçalanır parçalanmaz da Batı kendi iç dünyasında savaşa başladı. Bunu her zaman söylüyorum. Modernlik bir yönüyle de bir ümmetin parçalanma serüvenidir. Eğer Müslümanlar bunu görmezlikten gelirlerse -ki bu konuyu iyi anlamamış oldukları anlamına gelir- o zaman bundan çıkartacağımız sonuçları iyi anlayamayız. Aydınlanma sadece insanların dinden uzaklaşması, akıl üzerinden her şeyin değerlendirilmesi değildir. Aynı zamanda da din temelinde birleşmiş, aşağı yukarı bin dört yüz yıl boyunca beraber yaşamış olan Hristiyan ümmetinin parçalanması neticesinde ortaya çıkan o parçalı durumu akıl temelinde yeniden birleştirmektir. O yüzden aydınlanma projesi aslında Avrupa’nın birleştirilme projesidir. Şimdi birleşmeseler bile Avrupa her zaman birleşmek gibi bir ideal taşımıştır ve taşıyacaktır. Bizim aynen bir ümmet olarak birleşme ideali taşıdığımız gibi.
Milliyetçilik Batı dışı toplumlarda Batı karşıtı bir imkân olarak kullanılmıştır. Toplumlar, başlangıçta milliyetçiliği anlamamışlardır. Çünkü dini gelenekler açısından baktığımızda onların dünyasında bunun bir karşılığı yoktu. Sadece Müslümanlarda değil Hindularda da, Taocularda da… Karşılığı neydi bizim dünyamızda; Müslümanlar, Müslüman olmayanlar, Hristiyanlar, Budistler…
Milliyetçilik, ne zaman ki Batı dışı toplumlar tarafından Batı karşıtı bir imkân, bir araç olarak kullanıldı, onu kullananları o milliyetçi duygular milliyetçileştirdi sahiden. Ve aynı zamanda onun antiemperyalizm için kullanılacak bir araç olmadığı da öğrenildi. Kendilerini parçalamaya başladı, Uzakdoğu’da, Güney Amerika’da, her yerde. Başlangıçta bize Batı karşıtlığı gibi bir imkân verirken bir süre sonra baktık ki bu milliyetçi tasarım içerisinde biz birçok şeyimizi götürüp Batılılara teslim etmişiz. Yani Batılılar gibi kendimizi inşa etmişiz. Bu da modernliğin istediği bir şeydi.
Bu mesele Müslümanlarla ilgili değil sadece. Modernlik dediğimiz durum Batıda ortaya çıktı ama Batı dışı tüm toplumlar bunun neticeleriyle yüzleştiler, isteyerek ya da istemeyerek. Batılılar teknolojileriyle ürettikleri yeni silahlar ve yeni ordularla Batı dışı toplumların hudutlarına dayandıklarında ve onları tehdit ettiklerinde bu toplumlar çar naçar onların ellerindeki teknolojik imkânlara sahip olarak kendilerini korumak istediler.
Hiçbir zaman Müslümanlar da, Hindular da, Taocular da, Şintoistler de dâhil, Batılılar gibi olmak için bu teknolojileri ya da bu imkânları ithal etmediler. Hiçbir zaman amaçları Batılılar gibi olmak değildi. Tersine Batılı emperyalistler karşısında kendileri olarak kalmak için bu araçları edinmeye çalıştılar. Kendileri olarak kalmak üzere bu araçları edinmeye başladıkları andan itibaren de kendileri olmaktan çıkmaya başladılar. Ben buna kader diyorum. Bunu bir imtihan süreci olarak düşünüyorum. Allah şimdi bizi böyle imtihan ediyor. Böyle bir durumda, bütünüyle bu gerçekliğe yüzümüzü kapattığımızda onların bizi köle etme durumunun sürekliliğine biz de katkıda bulunacağız.
Hayatın kendisini bu teknoloji düzenlediğinde artık bu bizim akidemizle çatışmaya başlıyor. Amacımız Batının silah gücü karşısında kendimizi korumaksa o zaman onu bizi koruyacak sınırlı bir alan içinde tutabiliriz diye düşünüyorum. Hayatı teknolojize etmeden. Bu bir kaderse alalım fakat hayatımızın bütün yönlerine nüfuz etmemesi için çaba sarf edelim.
Bizim ilkokuldan itibaren gördüğümüz eğitim bu teknolojiyi yaratacak bir eğitimdir. Bu eğitimin insanları Müslüman yapmak, ahlaklı yapmak, iyi bir kul yapmak gibi bir amacı yoktur. Dindar öğretmenle bu bilgiyi çocuklarımıza aşılamak istiyoruz. Müslümanlar olarak yanlış düşünüyoruz. Bu dünyanın en aptalca şeyidir. Bilginin kendisini sorgulamalıyız biz. Çünkü bu bilgi zihnimize girdiğinde -bugün de görüyorsunuz- erkeği erkek, kadını kadın olmaktan çıkartıyor. Bu bilgi kendisiyle beraber bir bilinç ve hayat tarzı inşa ediyor. Siz artık bu bilginin bir bakıma kendi tasarımı içinde düşündüğü hayatı kendi hayatınız gibi yaşıyorsunuz. Ve hayatınızı onun üzerinden kuruyor, eylemlerinizi onun üzerinden var ediyorsunuz. Niyetleriniz onun üzerinden oluşmaya başlıyor. Kur’an onun üzerinden yorumlanıyor. Onun için son iki yüz yıldır yapılmış Kur’an meallerinin, hangi çapta olursa olsun, hepsi sakattır. Çünkü modernliğin idealleri tarafından belirlenmiş bir tefsir unsuru geliştirilmiştir. Bundan kurtulmamız gerekir. Biz Kur’an’ı, Allah’ın muradına uygun olmaktan çok bugünün hayatının ihtiyaçlarını karşılamak üzere anlıyoruz.
Modern dünyayı aşmak için modern dünyayla karşılaşma neticesinde oluşturulan İslamcılığın hedefinin aslında Laiklikle aynı olduğunu, sadece birinin yoluna devan ederken yanına dini aldığını iddia etmektesiniz. İslamcılık terk mi edilmelidir?
Hayır.
Benim burada söylemek istediğim şuydu; İslamcılık restore edilmeli, kendisi üzerinde düşünme cesaretini göstermelidir. Yüz yıllık tecrübemiz üzerinde yeniden düşünmeliyiz. İslamcılık bitti diyorlar. Bitmedi. Çünkü İslamcılığı var eden şartlar ortadan kalkmadı, devam ediyor fakat dönüştü. Biz bu işten vazgeçemeyiz. İslamcılık; Müslümanların nefsi müdafaasıdır. Bu sıradan bir iş değildir.
Çıkış yolu olarak gösterdiğiniz; yaşayışı entelektüel olandan üstün tutan, Peygamberimizin bize yaşayarak örnek olduğu yalın ve fakir hayat nedir?
Bu fakirlikten Müslümanlar rahatsız oluyorlar. Çünkü Müslümanların ideali zengin olmaktır. Bütün zihin tasarımlarında bu var.
Fakirlik görece bir şeydir ama aynı zamanda da bir kıstas getirir. Biz elbette ki Peygamberimiz gibi olamayız. Fakat o daima bizim merkezimizde olmak zorundadır ki hepimiz hizaya gelelim. Dikkat edin, O’nun hayatını örnekleyecek insanlar yok artık içimizde. Ondan dolayı hiç kimse kendini herhangi bir şeye bağlı hissetmiyor. Oysa bu tür insanların hayatı her zaman bir uyarıcı, bir terbiye edicidir. Bir tokat gibi çarpar yüzümüze. Onları gördüğümüzde utanırız. Bence böyleleri içimizden eksildi artık, yok. Dolayısıyla bizim şu andaki hayat anlayışımız fi sebilillah, sınırları olmayan bir hayat anlayışıdır. Böyle bir hayat anlayışı olmaz. Böyle bir hayat anlayışının karşısında İslam ahlakı dayanamaz. Siz bir tüketim toplumunda İslam ahlakının gerçekten yaşayabileceğini, neo liberal bir toplumda İslam ahlakının hükümlerinin geçerli olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Bu mümkün değil. Bu rüyadan vazgeçmemiz lazım bizim!
Yani karşı koyuş Müslümanca bir hayatla, güzel ahlakla mı?
Benim kişisel olarak gördüğüm şey şu:
Modern paradigmanın içinden, Rönesans sonrası Batı toplumunu ve bugün bizi de belirleyen üç tane ideoloji ortaya çıkmıştır. İlki Liberal ideolojidir. Zaten modernlik liberal bir ideoloji olarak doğup gelişmiştir. İkincisi buna tepki olarak ortaya çıkan Muhafazakâr ideoloji, üçüncüsü de yine bir bakıma liberalizmin iktisadi uygulamalarına karşı gelişen Marksizm.
Bu üç ideolojiye yakinen baktığımızda, bu ideolojiler iktisadi olarak, insan anlayışı olarak, tarih anlayışı olarak, kültür anlayışı olarak bazı değişik şeyler söylemiş olabilirler. Ama benim kişisel olarak gördüğüm şey; üçü de aynı hayat tarzını, modernliğin hayat tarzını onaylıyor.
Bana kalırsa modernliğe itiraz hayat tarzında başlamalıdır. Siz alternatif bir hayat tarzı sunarsanız o hayat tarzının öngördüğü iktisadı, eğitimi, teknolojiyi ya da ilişikleri üretebilirsiniz. Bugün bizde olduğu gibi iktisadî olan sizin hayat tarzınızı belirlememelidir. Tam tersine iktisadî olanı sizin hayat tarzınızın belirlemesi gerekir. Naçizane görüşüm o ki, tüketim toplumuna, modern hayata entelektüel olmaktan çok bir hayat tarzı olarak cevap verirken, aynı zamanda da entelektüel dünyamızı bu hayat tarzının içinde yaşayarak, düşünerek inşa etmeliyiz. İslam’ın düşüncesi yaşanmadan neşvünema bulamaz. Bizde âlimliğin önemi oradan gelir. Âlimlik bir felsefeci gibi konuşmak değil, yaşayarak konuşmaktır. Çünkü siz yaşadığınızda Cenab-ı Allah kalbinize hikmeti veriyor. Yaşanmadan olmuyor. Bizi filozoflardan farklı kılan da budur. Dolayısıyla burada bence bu modern hayat tarzının bize önerdiği, ihtiyaç olarak gösterdiği birçok şey sahiden ihtiyaç mıdır değil midir sorusunu sormalıyız. Belki buradan kalkarak bir şeyler söyleyebiliriz diye düşünüyorum. Hayatı biraz daha sadeleştirmek… Belki böyle olduğunda kazancınızın size daha fazla yeteceği, dolayısıyla çok fazla didişip çok fazla kazanayım gibi bir takım hırslardan da az da olsa vazgeçebileceğiniz fikri geliyor aklıma.
Peki, gelecek ilk tepki şu: “Ama hayat şartları?”
İslam’ı yaşayışta elbette ki şartların etkisi vardır ama dünyanın hiçbir yerinde İslam’ın temel unsurları üzerinde şartlar belirleyici olamaz. O zaman o din, din olmaktan çıkar. Şartlar belirlediyse o zaman biz şartların çocuğuyuz demektir. Şartlar üzerinde konuşmak çok pagan, çok tabiatçı bir düşüncedir. Allah bize kendi katından bilgi gönderiyor. Bunu şartları yenmek için gönderiyor. Yani eğer biz vahyi görmezsek tarihselciliğin dediği doğrudur. O zaman niye kızıyoruz ki adamlara. İnsan kendi eylemiyle, düşüncesiyle, tabiatla olan ilişkisiyle bir kültür üretir ve ondan etkilenir. Karşılıklı bir etkileşim süreci içerisinde cereyan eder hadise. Doğru. Bunda yanlış bir şey yok ki. Vahiy geldiğinde o oyunu bozuyor. Bizi şartların üstünde bir yere götürüyor. Şartlar belirleyici değildir. Şartlar vahiy tarafından yeniden belirlenir. İnsan iradesine de saygısızlıktır bu. Vahiy insana bir irade sunuyor, böyle davranırsan böyle olur diyor. Etkileyicidir şartlar, elbette dünyada bir gerçeklik var fakat onun belirleyici olmasına biz müsaade edemeyiz. Hicret odur; mademki şartlar belirleyicidir, o zaman çekip gidersiniz. Belirleyici olmayan şartların dünyasında oturursunuz, konuşursunuz, yaşarsınız.
Allah razı olsun Hocam, akşam akşam yorduk sizi.
Estağfurullah.
Aradığınız soruların cevabını bulamadınız. Bence şöyle yapalım; bugün yaşadığımız sorunlarla ilgili daha derinlikli düşünün, konuşalım. Çünkü sizin sorularınıza verdiğiniz cevaplara benim ve benim gibilerin de ihtiyacı var. Sadece dinleme, bilme makamında ele almayın bizleri. Bu bizim hepimizin sorunudur. Sizden belki biraz fazla birikimimiz olabilir ama her sorun insanı daha çok derinliğe götüren, düşünmeye sevk eden şeydir. Sorunun kendisi bile çok önemlidir. Bu hepimizin sorunudur ve benim kanaatime göre konferans salonlarında, orada burada bu iş çözülemez. Kendi aramızda oturup, tırnak içinde diyorum sivil vaziyette, tartışarak konuşarak belki zaman zaman birbirimize bağırarak ama böyle günlük politikanın dışında, düzeysizliğin dışında, derinliği olan sorularla bu işlere eğilmemiz lazım. Yoksa entelektüel bir uyanış, gazete köşelerinde yazılanlarla olmaz.
Kaynak: http://www.dunyabizim.com/neo-liberal/26835/abdurrahman-arslan-modernlik-bir-yonuyle-ummetin-parcalanma-seruvenidir