Prof.Dr. Mustafa Çağrıcı
Bugün dünyayı önemli ölçüde Batı devletlerinin yönettiği, bunu da sahip oldukları ekonomik güçle başardıları herkesin bildiği bir gerçektir. Max Weber gibi iktisat felsefecilerinin ortaya koydukları üzere, Batı kültüründe ekonomik gelişmenin, ruhunu Protestan ahlâkının oluşturduğu modern kapitalizme kadar gelen belli ve mantıklı bir evrilme süreci var. İslâm dünyası ise kendi klasik kaynaklarından ve birikiminden modern bir ekonomi felsefesi, bilimi ve pratiği geliştiremedi; bu eksiklik başka birçok sorunun da ana nedenlerinden biri oldu.
***
Weber’e göre başlangıçta Protestan ahlâkı ekonomik gelişmeyi belirlerken, geliştikten sonra kapitalizm Protestanlığa yön vermiştir. Görünen o ki, İslâm dünyasında da –her ne kadar retorik olarak dinî söylem dillerden düşmese de- fiili olarak “dinin belirlenen konumuna düşürüldüğü” bir noktaya doğru gidiliyor. Elbette din ve dünya işlerini birlikte götürmeye çalışan samimi dindar ruhlar az değil. Ama onlar da ciddi sıkıntı içindeler. Çünkü İslâm toplumları (âlimleri, medreseleri, üniversiteleri) kendi öz kültür kaynaklarından canlı, verimli, yeni şartlara uyum sağlama dinamiğine sahip bir ekonomi felsefesi ve pratiği geliştiremediler. Bu yüzden de gelinen noktada İslâm toplumlarındaki hâkim ekonomik tutumlara küllî olarak baktığımızda yapılan şey, Batı kaynaklı ekonomi zihniyeti ve uygulamalarına teslim olmaktır. Aradaki fark ise en fazla bizde “kitabına uydurmak” oluyor.
Halbuki İslâmî kültürden bize özgü, yani –biçimsel olarak belki bugün dünyada geçerli ekonomik uygulamalardan çok farklı olmasa bile- özü ve ruhu itibariyle bizden olan, onun için de maşeri vicdanı rahatlatan, daha ahlâkî ve insanî bir ekonomi felsefesi üretmemiz mümkündü ve kanaatimce hala da mümkündür.
Her zaman söylediğim gibi sorun dinimizde, dinî-kültürel birikimimizde değil, sorun bu kültürü doğru okuyup yorumlayacak ve çağımız insanına ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sunacak uzmanlar yetiştirememiş olmamızdadır.
***
Doğru okuyamadığımız sayısız kültürel değerlerimize örnek olmak üzere, aşağıda İmam-ı Âzam’ın seçkin öğrencisi, Protestanlığn doğuşundan 8 asır önce yaşamış olan Muhammed eş-Şeybânî’den bir alıntı sunacağım. Şeybânî, çalışıp kazanmanın önemine ve ilkelerine dair el-Kesb adlı eserinde, İslâm âlimlerine göre maddi kazanç sağlamak amacıyla çalışmanın mı yoksa ibadetle meşgul olmanın mı dinî bakımdan daha faziletli olduğu konusunu ele almaktadır. Önce şu iki noktaya dikkat çekmem gerekiyor:
1. Burada üzerinde durulan ibadet, İslâm’ın farz ibadetleri olmayıp, din dilinde “nâfile” denilen (sünnetler dâhil) gönüllü ibadetlerdir.
2. Bir kimsenin, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlayacak ölçüde kazanç sağlamak için çalışmasının farz olduğunda İslâm bilginleri arasında görüş birliği vardır. Dolayısıyla burada müzakere edilen “kazanma” (iktisab), daha fazla çalışıp üretmedir.
Şeybânî, bu konuda iki farklı görüş bulunduğunu ifade ederek ikincinin gerekçelerini şöyle özetler:
“Çalışıp kazanmanın yararı daha geneldir. Nitekim (mesela) ziraat işleriyle uğraşan birisin sağlayacağı yararlar topluma da ulaşır; ibadetle uğraşan ise sadece kendisine faydalı olur… Hz. Peygamber, ‘İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olandır’ buyurduğuna göre, faydası daha geniş olan bir faaliyet daha faziletli olmalıdır. Bundan dolayıdır ki, ilim tahsili ile meşgul olmak bütün vaktini ibadete ayırmaktan daha önemli görülmüştür. Çünkü bilginin yararı herkese dokunur. Aynı sebeple, adaletli bir yönetim hizmeti, bütün vaktini ibadete harcamaktan daha hayırlı kabul edilmiştir. İlk dört halife de yararı daha kapsayıcı olduğu için yönetim hizmetini tercih etmişlerdir. Hz. Peygamber ‘…Cihadın on çeşidi var; dokuzu helal kazançla ilgili…’ buyurmuşlardır.”
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-cagrici/iktisat-felsefesi-sorunumuz-4592#