BismillahirRahmanirRahim.
İslam İktisadının Tarihçesi
İslam Ekonomisi 1970’li yıllardan itibaren İslam’ın, hayatın bütün sahalarını kapsayan bütünsel bir yaşam tarzı olduğu gerçeğinin, Müslüman toplumlarda yeniden fark edilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Hızla artan nüfus ve üretilen bilgi insanlığı daha karmaşık ve detaylı sistemler üretmeye itmiştir. İslam âlemi ise son üç yüz yılda medeniyet sahasında etkin bir biçimde varlık gösteremediğinden ötürü, bilgi üretimi noktasında geri kalmıştı. Bu durum, Müslümanların diğer medeniyetler tarafından üretilmiş ekonomik sistemleri kullanması anlamına da geliyordu. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını kazanan ülkeler arasında önemli bir bölüm teşkil eden Müslüman ülkeler, bağımsızlık mücadelesinin de verdiği özgüven ve öze dönüş arayışı doğrultusunda Batı’da üretilen sistemler yerine; kendi sosyal, ekonomik ve siyasi sistemlerini oluşturabileceklerini ve uygulayabileceklerini düşünmüşlerdir. Bu sistem arayışları, 20. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkan ve dünyada kendine önemli bir yer bulan İslamcılık düşüncesinin de etkisiyle, İslami anlamda öze dönüşün ve İslami kimliğin benimsenmesine yönelik toplumsal hareketleri de beraberinde getirmiştir.
Bir ekonomik sistemi oluşturan üç temel dinamik vardır. Bunlar ideoloji, bu ideolojiden elde edilmiş aksiyomlar ve sistemin işleyiş prensipleridir[1]. İslam ekonomisinin bir sistem olabilmesi bu üç temel dinamiğe sahip olup olmadığıyla alakalıdır. Derinlemesine incelendiği zaman İslam’ın ideoloji ve aksiyom bakımından çok ciddi bir potansiyele sahip olduğu rahatlıkla görülebilir. Fakat bunların üzerine kurulacak işleyiş prensiplerinin İslam ekonomistleri tarafından çalışılması gerekmektedir. 20. yüzyılın başlarında, özellikle Hint yarımadasındaki Müslüman âlimler tarafından gündeme getirilen, İslam’ın ekonomik sahadaki kurallarının ve düzenlemelerinin sistematik bir şekilde çalışılmasının gerekliliğine vurgu yapan yaklaşım, yaklaşık yarım asır sonra arzulanan karşılığı bulmaya başlamıştı. Önceleri sadece fıkhi yönüyle tartışılabilen ve İslam’ın iktisadi prensipleri doğrultusunda ortaya konulan argümanlar, Batı’nın yüksek eğitim kurumlarında yetişmiş Müslüman ekonomistlerin çabaları sonucunda ekonomik temellendirmeler ve analizler ile desteklenmeye başlanmıştı. Bu durum İslam ekonomisi açısından, modern çağın gerektirdiği karmaşık sistemlerin teknik altyapısının oluşmaya başladığının bir göstergesiydi. Fakat, aynı zamanda konvansiyonel(geleneksel) ekonominin kavramları, yöntemleri ve analiz araçları da bu süreç içinde ithal edilmişti. Bu ise tahkiki bir yaklaşımdan daha ziyade taklidi bir yaklaşımın oluşmasına; konvansiyonel bilginin “İslamlaştırılması”na yol açmıştı.
Bankaların insanların hayatlarında giderek daha fazla yer alması, faiz belasının Müslümanların hayatlarında bile daha fazla yer bulmasına sebep olmuştu. Buna karşın, Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda Müslümanların kendi finansal sistemlerine sahip olma isteği, İslam’ın gereklerine göre işlemesi amacıyla kurulacak İslami bankaların ortaya çıkışına ve çoğalmasına sebep olmuştu. Aynı zamanda, Körfez sermayesinin dünyadaki toplam sermayenin yaklaşık üçte birini teşkil etmesi ve Müslüman dünya nüfusunun finansal piyasa işlemlerine katılımlarının daha büyük oranda sağlanması amacıyla İslami finans da İslam ekonomisi ile birlikte gelişmeye başlamıştı. Finans, ekonominin bir alt dalı olmasına karşın, bir ekonomik sisteme göre uygulama sahası daha kolay bir alanı teşkil etmektedir. Bu durum İslami finansın ciddi manada gelişmesine ve dünya finansal piyasasındaki hacminin büyümesine sebep olmuştu. Fakat bu süreç içerisinde piyasadaki rekabet faktöründen ötütü konvansiyonel bankalar ile aynı kulvarda yarışabilmek adına, yeni bilgi üretimi adına gerekli insan kaynağının ve beşeri sermayenin eksikliği de göz önünde bulundurulduğunda, konvansionyel finans da “İslamlaştırılmaya” başlamıştı. Yani her şey tam olarak İslam’ın gerektirdiği dinamikler ve zihin yapısı ile işlemiyordu. İlk zamanlar ortaya helal bir finansal düzen umuduyla çıkan bu iyi niyetli girişim, yeterli bilginin üretilememesi ve tahkikin değil taklidin daha pratik ve kısa vadede daha çok yarar sağlayan bir yöntem olarak görülmesinden ötürü, İslami finansı konvansiyonel ekonomiye daha yakın hale getirmiş; adeta onun modifiye edilmiş bir haline dönüştürmüştü. Bu taklidi yaklaşımın etkileri hala devam etse de, tahkike dönüşün değeri daha ciddi biçimde anlaşılmaya başlanmıştır ve bu yönde çalışmalar yapılmaya da devam edilmektedir. İslam ekonomisi için, nihai anlamda bütün bileşenlerinin araştırması tamamlanmış, detayları ile tam olarak ortaya konulmuş, yöntem ve analiz araçları belirlenmiş ve tamamen İslam’a özgü bir medeniyet tasavvuru içinde ortaya çıkarılmış bir yapıdan bahsetmenin şu aşamada mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Bu anlamda İslam ekonomisini tamamlanmış ayrı bir bilim dalı olarak düşünmek yerine belirli bir yolun alındığı takdire şayan bir çaba olarak nitelemek daha doğru olacaktır.
Tanımı
İslam ekonomisinin tanımını doğru yapabilmek adına yapısal içeriğini incelemek gerekir. İslam ekonomisi iki boyutlu bir yapıya sahiptir. Birincisi makro boyutu teşkil eden, Şeriat-ı Şerif’in prensiplerinin bilgisini ve uygulamasını içerir. İkinci tanım ise toplumun en temel yapıtaşı olan insan ile alakalıdır. Adeta Rasulullah(sav)’in meşhur hadisinde bahsettiği “..Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir”[2] buyuruğunda olduğu gibi, insan değişirse bütün toplumsal üniteler sırayla değişebilecek ve en nihayetinde toplum da gerekli değişimi geçirmiş olacaktır. İşte bu noktada İslam ekonomisi, “Müslüman toplum”daki “Müslüman birey”in ekonomik davranışlarını ve davranışlarının ekonomik sonuçlarını inceleyen bir ilim dalıdır denebilir[3]. Bu anlamda İslam ekonomisinin mikro-bazlı fakat makro anlamda ise düzenleyici bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Yani İslam ekonomisi için, bireyi ve dolayısıyla toplumu değiştirerek İslami normlar üzere yaşayan bir insan modelini ön plana çıkaran ve bu model sonucunda İslam’ın hedefleri doğrultusundaki davranışların ortaya konmasını öngören; bu değişim esnasında kendiliğinden giderilemeyecek ve herhangi bir sebepten ötürü değişimin tam anlamıyla gerçekleşmediği durumlarda ortaya çıkan eksikliklerin giderilmesi adına da makro anlamda düzenleyici mekanizmalara, kurumlara ve prensiplere sahip bir ekonomik yapıdan bahsediyoruz diyebiliriz.
“Müslüman birey” ile anlatılmak isteneni biraz daha açmak adına, Batı terminolojisinde ve konvansiyonel ekonomide fazlasıyla referans yapılan Homo-economicus kavramını incelemek inşAllah yerinde olacaktır. Homo-economicus, nam-ı diğer rasyonel(akılcı) adam, insanın, ekonomik düşünen ve bu düşünce doğrultusunda davranan bir birey olduğunu ifade etmektedir. Bu manada, kendisine her koşulda maksimum fayda sağlayan seçeneği tercih eden, hep rasyonel davranan ve tek motivasyon kaynağı kendi çıkarları olan bir insan tipinden söz ediyoruz diyebiliriz. Bu insan tipinin faydasını maksimize etmesi açısından hiçbir ahlaki kısıtı yoktur; yani kısaca ona çıkarını en yüksek seviyede tutmak adına her yol mübahtır ve kendi çıkarları toplumun genel çıkarlarının da daha üstündedir. İlginçtir ki, iktisat biliminin babası sayılan Adam Smith’in meşhur “görünmez el” fikri doğrultusunda homo-economicus’un karakteristik özellikleri aklanmıştır; zira Adam Smith’e göre toplumdaki her birey kendi çıkarını en yüksek seviyeye çıkartmayı gözetirse, toplumun çıkarları da buna bağlı olarak en yüksek seviyelere gelebilecektir ki, bu fikrin doğru olmadığı son iki yüzyılda yaşanan tecrübeler sonucunda anlaşılmıştır. Böyle bir insan modeli ile İslam’ın öngördüğü insan modeli arasında ise önemli farklılıklar mevcuttur. İslam’ın insan tipi “Müslüman”dır. Müslüman, her şeyden önce Allah’ın rızasını gözetir. Müslüman bir toplum içinde büyümüş ve ya İslam’ın değerleri ve normları ile yoğurulmuş, onları benimsemiş ve hayata geçirmeye odaklanmış insan modelidir “Müslüman”. Kendi faydasını bu bağlamda gözetir ve “Müslüman” toplumun çıkarları ile kendi çıkarları çatıştığında, kendi çıkarlarından feragat etmesi gerektiğini bilir. Fayda maksimizasyonu ahlaki prensipler ve İslam’ın hükümleri ile kısıtlanmıştır ki bu alan onun fayda maksimizasyonunu yapacağı helal dairesini ve bunu gerçekleştirirken sahip olduğu ahlaki seviyeyi belirlemektedir.
Amacı
İslam ekonomisi, esasen sekülerizmin(laikliğin) etkisiyle İslam’ın sadece camilere ve kalplere hapsolunmuş bir ritüeller bütünü değil; aksine hayatın bütünü kuşatan bir yaşam tarzı olduğunu vurgusunun bir yansımasıdır. Bu bağlamda Allah’ın, Rasulü(sav)’ne indirdiği hükümlerinin bütününü teşkil eden Şeriat-ı Şerif’in hayata uygulanmasını öngörür. Amaçları açısından incelediğimizde de en önemli vurgunun Şeriat’ın amaçlarının gerçekleştirilmesi adına yapıldığını görebiliriz. İslam ekonomisi literatürünün en önemli temsilcilerinden biri olan Muhammad Umar Chapra da İslam ekonomisinin amacını bu yönde tanımlamıştır: “İslam ekonomisinin temel amacı, insanlığın, Şeriat’ın amaçlarını gerçekleştirmek yoluyla, refaha kavuşmasını sağlamaktır.”[4] Şeriat vurgusu günümüz Müslümanları açısından ise büyük ve farklı bir önem arz etmektedir; zira hem kendisine sıkıca sarılındığında insanlığı hem kurtuluşa hem de dünya ve Ahiret’te refah ve felaha ulaştıracak, hem de insanın Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmasını sağlayacaktır. Farklı bir önem arz etmesindeki bir başka sebep ise çağımız Müslümanlarının zihinlerinde sahip çıkmaları gereken en önemli değerler bütününden biri olan Şeriat’ın üzerinde oynanan önyargı oyunları ve algı yönetimi girişimleridir. Kelime manası olarak, “insanların faydalandığı kesilmeyen su kaynağı” ve ya “suyun kaynağına giden su yolu”[5] anlamlarına gelen Şeriat sözcüğü hakkındaki en güzel değerlendirmelerden birisi de yakın zamanda kaybettiğimiz Roger Garaudy tarafından yapılmıştır: “Şeriat, kokmuş su çekmek için gidilen durgun bir su birikintisi değildir. Böyle birşey yeni susuzlara yalan söylemek olurdu. Şeriat, pırıl pırıl parıldayanve akarken kıyılarını verimli kılan güzel bir nehirdir.” Bu değerli ve önemli hatırlatmadan sonra, Şeriat’ın asıl amacı nedir sorusunun gündeme gelmesi ihtimaline karşın, 14. Yüzyılın önemli İslam alimlerinden İbni Kayyım’ın konu hakkındaki açıklamasına atıf yapmak faydalı olacaktır. Konuyla alakalı olarak şöyle der: “Şeriat’ın esası ilim, hikmet ve insanların bu dünyada refaha Ahiret’te de felaha ulaşmasıdır. Bu ise tam bir adalet, merhamet, refah, ilim ve hikmet de yatar. Adaletten zulme, merhametten acımasızlığa, refahtan yoksulluğa ve ilimden cehalete götüren hiçbir şeyin Şeriat ile bir alakası olamaz.”[6] İmam Gazali ise Şeriat’ın amaçlarını şu şekilde özetlemiştir: “Şeriat’ın başlıca amacı insanlığın refahını sağlamaktır ki bu da imanın, nefsin, aklın, neslin ve malın korunmasında yatar. Bu beş şeyin korunmasını garanti altına alan her şey kamu yararına hizmet eder ve arzulanır.”[7] Dolayısıyla İslam ekonomisi, Şeriat’ın amaçlarını gerçekleştirmeye; Şeriat ise insanlığın refahını, hem dünya hem de Ahiret boyutunda, gerçekleştirmeyi amaçlar. Bunun için dünya ve Ahiret dengesinin sağlanması ve insan davranışlarının ona göre düzenlenmesi şarttır. Yapılan harcamalarda dahi bu dengenin sağlanması gerekir. Yüce Allah, Kur’an’da şöyle buyurmaktadır;
“Allah’ın sana verdiği şeylerde Ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde fesadı(bozgunculuk) arzulama. Çünkü Allah, fesad çıkaranları(bozguncuları) sevmez.” (Kasas Suresi, 77)
Bununla birlikte bu dengeyi kurmayı amaçlarken dünyanın aldatıcılığından da sakınmak gerekir. Ahiret’te, yani ebedi yaşamında insanın elde edeceği şey ancak burada yaptığı eylemlerin sonuçlarından ibarettir;
“Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı ise, sadece aldatıcı bir geçinmedir” (Hadîd, 57/20)
Benimsenmesi Gereken Temel Değerler ve Kavramlar
Bunlara ek olarak, İslam’ın temel kavramlarının ve şiarlarının da hem “Müslüman birey” hem de “Müslüman toplum” tarafından iyi bilinmesi şarttır, ki İslam’ın amaçları doğru bir şekilde gerçekleştirilebilrsin. Bu temel kavramlar arasında en çok öne çıkanlar tevhid, adalet, hilafet kavramlarıdır diyebiliriz. Tabii burada iman, ihlas, ihsan, farz, ihtiyar gibi kavramlarında önemli olduğunu unutmamak gerekir. İslam’ın en şerefli şubesi olan tevhid, Allah’ı “rab” olarak, “ilah” olarak ve “isim-sıfatlarında” “birlemeyi” öngörür. Allah’ın “rab” olarak birlenmesi, kainatta tasarruf yetkisinin ancak O’na ait olduğuna, yaratanın, yaşatanın, rızık verenin, öldürenin, diriltecek olanın, her şeyin sahibi olanın ve her şeyin hükümranlığını elinde bulunanın ancak O olduğuna iman etmek ve davranışlarımızı bu yönde düzenlemeyi gerektirir. “İlah” olarak Allah’ı birlemek ise yalnızca onu “ilah” edinmeyi; ancak O’na tapmayı ve O’na kulluk etmeyi, O’ndan başkasına boyun eğmemeyi gerektirir. İsim-sıfat tevhidi ise Allah’ın isim ve sıfatlarında birlenmesini içerir— mesela Allah Halık’tır, yaratmak ancak O’na mahsus bir fiildir. Aslında bu nokta gerçekten çok önemlidir: “rab” ve “ilah” özelliklerinin birbirinden ayırılması ve tevhidin bu açıdan ele alınması insanın kafasında İslam’ın hem daha iyi anlaşılmasına hem de tevhidin tam anlamıyla gerçekleştirilebilmesine sebep olacaktır. Bunun çok dikkat çekici bir örneği olarak, Kur’an’da bahsedilen müşriklerin Allah’ı “rab” olarak birlediklerini fakat “ilah”lık noktasında O’nu birleme konusunda başarısız olduklarından ötürü, Allah tarafından “müşrik” olarak vasıflandırıldıklarını rahatlıkla görebiliriz. Bu durumu en iyi anlatan ayet gruplarından birisi de şudur;
“(Ey Muhammed!) De ki: “Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?” “Allah’ındır” diyecekler. “Öyleyse ders almaz mısınız?” de. “Yedi göğün Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir?” de. “Allah’tır” diyecekler. “Öyleyse O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” de.” “Biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?” de. “Allah’tır” diyecekler. “Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?” de. “Hayır! Biz onlara gerçeği getirdik ama onlar yalancıdırlar.”(Mü’minun: 84-90)
Tevhid, dinin bu manada en değerli şubesidir ve bütün peygamberler insanlığa her şeyden önce bu amaçla gönderilmişlerdir. Bununla birlikte tevhidin toplumsal yansımasını oluşturan vahdet kavramını da unutmamak gerekir ki bu da “Müslüman toplumun” birlik, beraberlik ve dayanışmasının önemine vurgu yapar. Bunlara ek olarak, adalet kavramı da İslam’ın en temel kavramlarından birini teşkil etmektedir. Toplumsal ve ekonomik anlamda yansımaları olan adalet, İslam’da bir bütün olarak ele alnınır ve hayatın bütününe, bölünmeksizin, uygulanır. Adalet, düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamına gelen bir terimdir. ‘Adl’ üzere yaratılan insanın da yeryüzünde ‘adl’ üzere davranması gerekiyor. Çünkü adalet; insan, toplum ve tabiat hayatının düzenini sağlar. Bu adaleti sağlayacak olan da Tevhid Dini’dir. Evrendeki mizanı (ölçüyü, dengeyi) koyan Allah (cc) olduğuna göre, insan ve toplum hayatındaki denge ve adalet de ancak O’nun koyduğu ölçüler ile sağlanabilir. Nitekim adaletin önemini Kur’an’daki çeşitli ayetlerden de görebiliriz[8]. Aynı zamanda adalet Hz. Ömer(ra)’in belirttiği gibi mülkün de temelini teşkil etmektedir.
Bir diğer önemli kavram ise “hilafet”tir. Hilafet kavramı insanın, “Allah’ın Halifesi” olduğunu ve bu amaçla yaratıldığını(Bakara,30) ve misyonunu yerine getirmesi adına maddi, manevi ve akli olmak üzere her türlü imkan ile donatıldığını ifade etmektedir. İnsanın misyonu ise Allah’a hakkıyla kulluk etmektir(Zariyat,56). Bu bağlamda, Allah’ın halifesi özgür, düşünebilen ve sorgulayabilen; doğru ve yanlış, adil olan ve olmayanı birbirinden ayırt edebilen ve eğer dilerse kendi yaşamını, toplumunu, ve Allah’ın izniyle tarihin akışını değiştirebilecek bir yapıya sahiptir. Aslı itibari ile iyi ve şerefli bir yapıya sahiptir ve uygun bir biçimde eğitildiğinde, yol gösterildiğinde ve gereğince motive edildiğinde, sahip olduğu iyiliği ve şerefi korumaya da muktedirdir.[9]
Dolayısıyla, bu kavramve değerlerin hem “Müslüman birey” hem de “ Müslüman toplum” tarafından iyi benimsenerek, sosyal ve bireysel hayatın bu değerler doğrultusunda düzenlenmesi gerekir. İşte o zaman, İslam’ın ve dolayısıyla İslam ekonomisinin uygulanması adına gerekli olan ortam oluşmuş olabilecektir; İslam gereğince ve tahkiken uygulanıp benimsenebilecektir. Müslümanlar için ise dünyadaki varılacak nihai hedeflerin en önemlilerinden birini işte tam da bu amaç teşkil etmektedir.
Sonuç
İslam ekonomisi, tanımı itibariyle mikro-bazlı ve makro anlamda düzenleyici bir yapıya sahiptir. En temel ekonomik birim olan insanı değiştirerek bütün toplumsal yapıları ve nihai anlamda toplumu değiştirmeyi; İslam’ın normlarını benimsemiş bir toplum oluşturmayı hedeflemektedir. En temel amacı ise Şeriat-ı Şerif’in amaçlarının gerçekleştirilmesi ve bu yolla insanın üzerine aldığı emanetin, yani kulluk görevinin, hem bireysel hem de toplumsal boyutta, düzgün bir biçimde ifa edilebilmesidir. Bu amaçlar gerçekleştirilirken, İslam’ın tevhid, adalet ve hilafet gibi değerlerini tam olarak benimsemiş ve bu değerleri yaşamına aktaran “Müslüman birey”lere ve “Müslüman” bir toplumsal yapıya sahip olunması gerekir ki, amaçların gerçekleştirilebilmesi açısından gerekli ortam ve motivasyon oluşturulabilsin ve başarıya ulaşılabilsin.
Allah en doğrusunu bilendir.
Ozan Maraşlı
Notlar:
[1] Kahf, 2003.
[2] Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.
[3] Naqvi, 1994, s.13.
[4] Chapra, 1996, s.33.
[5] Türcan, 2010, cilt 38, s.572
[6] İbni Qayyim, 1955, s.14.
[7] Al-Ghazali, 1937, s.139-40
[8] Bkz. Nisa:135; Maide:8 ; Hadid:25
[9] Chapra, 1995, s.202.
Kaynaklar:
Al-Ghazali. (1935). Al-Mustafa.vol. I.
Chapra, M.U. (1995). Islam and Economic Challenge. The Islamic Foundation and The International Institute of Islamic Thought.
Chapra, M.U. (1996) What is Islamic economics? (Vol. 9). Islamic Development Bank, Islamic Research and Training Institute.
Ibni Qayyim Al-Jawziyyah. (1955). I’lam al-Muwaqqi’in.
Kahf, M. (2003). Islamic Economics: Notes on Definition and Methodology. Review of Islamic Economics, no:13. s. 23-47
Naqvi, S.N.H. (1994). Islam, Economics and Society. Kegan Paul International. London.
Türcan, T. (2010). İslam Ansiklopedisi. Türkiye Diyanet Vakfı.