(Asad Zaman – ‘İslam İktisat Sistemi’nin Temelleri’ adlı Makalesi Üzerine Notlar)
(Fundamentals of an Islamic Economic System)
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
“Allah’ın sana verdiği şeylerde Ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde fesadı(bozgunculuğu) arzulama. Doğrusu Allah; müfsidini(bozguncuları) sevmez” (Kasas Suresi: 77)
Asad Zaman makalesine, İslam ekonomik sisteminin sahip olması gereken temel anlayışlardan birini teşkil eden ve büyük hikmetler içeren bu ayet-i kerime ile başlıyor. Bu ayet Kasas Suresi’ndeki Karun kıssasında yer alıyor; Allah tarafından, kalabalık bir topluluğun sadece anahtarlarını bile taşımakta güçlük çektiği derecede fazla bir servet verilen Karun’a, toplumunun içindeki duyarlı kişiler tarafından yapılan önemli bir uyarıyı içeriyor bu ayet.
İslam Ekonomisi, kendi değer sistemine sahiptir. Bu kendine has değer seti ile konvansiyonel ekonomiden ayrılmaktadır. Mesela, Kapitalizmin tanımlayıcı özellikleri “servet arayışı” ve gelişimi tanımlamada serveti temel ölçüt olarak kabul etmesidir. Böyle bir anlayışın temelini oluşturan sebeplerden biri ise insanoğlunun, daha büyük problemlerinin belirli bir kısmını şekillendiren, “ekonomik problemleri”, problemlerin bütünselliğinden ayrı bir biçimde ele almaya çalışmasıdır. Bu eğilim zamanla “ekonomik problemlerin”insanoğlunun ana problemi haline gelmesine sebep olmuştur. Bugün bu sonucun önemli bir etkisi olarak, iktisadın bu denli önem verilen ve bir çok sosyal alan ve sistem ile doğrudan ilişki içerisinde bir alan oluşunu örnek verebiliriz.
Buna ek olarak birçokları, bazı konvansiyonel ekonomistlerin, refaha erişmek için hem sonuç hem de araç olarak kabul edilen “ekonomik büyüme”ye atfedilmiş üstünlük gibi, basitleştirici varsayımlarını da eleştirmiştir. Mesela Muhammad U. Chapra; “toplam üretimin/gelirin maksimize edilmesi Müslüman bir toplumun tek amacı olamaz. Böyle bir çaba mutlaka maneviyat ve adaletin ayakta tutulmasını temin altına alacak çabalar ile beraber yürütülmek zorundadır”[1] diyerek önemli ve yerinde bir tespit yapmıştır. İslam’ın kendi değer setini anlayabilmek ve iktisadi yaklaşımını ele almak için ilk önce “insan”a olan bakışını inceleyerek başlayabiliriz.
İslam’ın “İnsan”a Bakışı
İslam’ın insana bakışı dinamik ve kompleks bir yapıya sahiptir. Hırs, açgözlülük gibi bir çok “baz motivasyon” her insanda bulunmaktadır; fakat “insanlığın esası”, bunları eyleme dökmek yerine, daha yüksek bir varlık biçimi sergileyebilmektir.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
“İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdi. Oysa Varılacak Yer’in(ebedi hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.” (Al-i İmran: 14)
İslam, insanoğlunun temel arzularının kölesi olmaktan çıkıp, daha yüksek amaçlara erişmek için çaba gösteren “Allah’ın kulu”na dönüşmesiyle ilgilenmektedir. Sahabe-i Kiram’ın(ra) dünyada bir devrim gerçekleştirip tarihin akışını değiştirmesini sağlayan dönüşüm, Rasulullah(sav)’in eğitimi ile, işte bu dönüşümdür.
Buna ek olarak, her insan potansiyel olarak, bu iç dönüşümü gerçekleştirecek ve “iyi”ye ulaşıp iyi davranışlar(salih ameller) ortaya koyabilecek bir yapıya sahiptir. Allah katında bu bakımdan bütün insanlar eşittir. Böyle bir anlayış ise modern neoklasik ekonomi teorisinin merkezinde bulunan “insan” mefhumu ile çelişmektedir. Neoklasik ekonominin bahsi geçen “insan” tanımlaması tamamen bireysel çıkarları doğrultusunda motive olmuş bir insan modelini baz alır. Bu anlayış çerçevesinde, toplumdaki bütün insanlar ise birbirinden farksız olarak bu temel özelliğe sahiptirler. Bu noktada İslam ekonomisinin ve konvansiyonel ekonominin temellerini teşkil eden insan modelleri gündeme gelmektedir.
Konvansiyonel ekonominin insan modeli olan “Homo-economicus” ve İslam’ın insan modeli “Müslüman” —oryantalist bir tabir olan Homo-Islamicus’u kullanmaktansa, Yüce Rabbimizin Kur’an’da tercih ettiği ismi kullanmanın daha güzel olduğu belirterek— arasında önemli temel farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıkları şöyle sıralayabiliriz[2];
Bu farklılıklar iki insan modelinin karşılaştırılabilir özelliklerini ifade etmektedir. Genel anlamıyla Homo-economicus, piyasadaki bütün ürün ve servislerin fiyat ve içerikleri ile ilgili gerekli bilgilere tam olarak vakıftır. Her zaman rasyonel kararlar verir [6] ki, bu rasyonel kararlar aynı zamanda en doğru kararlardır. Esasında böyle bir insan modelinin gerçekçi olamayacağı açıktır. Thorstein Veblen, John Maynard Keynes, Herbert A. Simon ve daha bir çok ekonomist, karar verme süreçlerinde bu denli ileri bir makroekonomi ve ekonomik tahmin anlayışına sahip bir insan modelini ciddi anlamda eleştirmişlerdir. Marshall Sahlins[7], Karl Polanyi[8], Marcel Mauss[9] ve Maurice Godelier[10] gibi iktisat antropolojistleri ise geleneksel toplumlarda insanların üretim ve ürünlerin değişimi ile alakalı seçimlerinde “mütekabiliyet / karşılıklı davranış”(reciprocity)’a dayalı davranışlar sergilediğini ve bu durumun Homo-economicus modelindeki varsayımlara ters düştüğünü söylemiştir. Ayrıca, Bruno Frey bu insan modeli üzerinde içsel motivasyon karşısında, dışsal motivasyona[11] atfedilen aşırı önemi eleştirmiştir. “Müslüman” insan modelinde ise içsel motivasyon ön plana çıkmaktadır; çünkü onun motivasyon kaynağı Allah’a olan imanıdır.
Gerçek hayatta, bireylerin tam bilgi sahibi olmadığı, belirsizliklerin ve sınırlı rasyonelliğin var olduğu düşünüldüğünde, Homo-economicus, varlığını hayallerde sürdürmeye mahkum bir insan modelidir. Şayet yaşasaydı, o zamanda dünyada “fesat çıkartacak”; kendi çıkarları uğruna toplumu ve toplumdaki diğer insanların faydasını hiçe sayacak, ahlaki kuralları gözetmeyecek, hak yiyecek, sürekli daha fazla tüketmeye çalışacak ve tükettikçe daha da tatminsiz bir hale gelecek ve adaleti de yıkacaktı. Durum böyleyse, Homo-economicus’lardan oluşabilecek bir toplumu siz düşünün! Adam Smith’in meşhur “Görünmez El”(Invisible Hand) teorisinde olduğu gibi, her birey kendi faydasını ve çıkarını gözetip maksimize etmeye çalışırsa, toplumsal anlamda da genel fayda maksimize edilir varsayımını düşünelim. Sizce, içinde yaşayan bireylerin bu karakteristik özelliklere sahip olduğu ve hiçbir bireyin birbirinden farklılık göstermediği bir toplum nasıl olurdu? Muhtemelen içinde yaşamak istemezdiniz.
İnsan modellerinin farklı olması, diğer toplumsal ünitelerin ve toplumun kendisinin de farklı olmasına sebep olacaktır. Burada birey-toplum-ekonomi ilişkisinin önemine ayrı bir vurgu yapmak gerekir. Mikro-bazlı bu bakış açısında insan kilit rolü oynamaktadır. İnsan değişirse toplum değişecek; toplum değişirse de ekonomik yapı bundan etkilenecektir. Eğer birey Homo-economicus ise toplum da onun karakteristik özelliklerine sahip olacak; üretim, tüketim ve dağılım gibi ekonomik ilişkiler de buna göre şekillenecektir. Böyle bir ekonomik yapıda “etkinlik”(efficiency), herkes kendi çıkarı doğrultusunda hareket edeceği ve belirli kısıtlara sahip olacağı için, ulaşılabilir bir hedef olsa da adil bir gelir dağılımı gerçekleştirilmesi zor ve toplumun maddi açıdan avantajlı bireyleri tarafından istenilmeyen bir hedef olacaktır. Halbuki bir ekonomik sistem için etkinlik kadar hakkaniyet/adalet(equity) de önemlidir. Bu iki ana unsur ve pozitif amacı düzgün bir şekilde gerçekleştiremeyen bir ekonomik sistem tarih sahnesinden silinmeye eninde sonunda mahkum olacaktır. Bu durumu açıklamak adına Kapitalizm’i ve Sosyalizm’i örnek olarak verebiliriz. Kapitalizm üretime ve devamlı sermaye birikimi yoluyla sürekli ekonomik büyümeye verdiği önemden ötürü, “etkinliği” ciddi anlamda önemsemiş ve bu konuda başarılı olmuştur. Fakat bunu yaparken dağılım konusunda zayıf kalmış, sermaye sahiplerine pozitif ayırımcılık yaptığı için adil bir gelir ve servet dağılımı konusunda oldukça yetersiz kalmıştır. Sosyalizm ise “adalet”e önem vermek adına; “adalet”i olması gerektiği biçimde değil, aslında bir bakıma zulmün bir başka çeşiti olan ekonomik anlamda “mutlak eşitlik” ilkesini hayata geçirmek için çaba harcamıştır. Dağılıma ağırlık verirken üretim konusunda başarısız olmuş ve nitekim tarih sahnesinden de 20. yüzyılın sonlarına doğru silinmiştir. Kapitalizm’in kaybetmeme sebebi ise, tabir-i caizse kendini sürekli “yamaması” ve çıkar odaklarının, faydalarının zedelenmemesi adına gereken her değişikliği yapabilmesi olmuştur. Bu gerçek, Kapitalizm’in ilk çıktığı zamanlardaki hali ile bugün geldiği nokta karşılaştırıldığında çok net olarak görülebilecektir. Hatta o kadar belirli bir yapısı vardır ki, Rus ekonomist Nikolai Kondratiev Kapitalizm’in yaşam döngüsünü çıkarmış ve zenginlik, resesyon, depresyon ve gelişme evresi olmak üzere dört ayrı evreden oluşan, her 50 yılda bir kendini tekrarlayan bir yapıya sahip olduğunu ortaya koymuştur.
Konuyu dağıtmamak adına, insan modelinin bütün ekonomik sistemler için büyük önem arz ettiğini belirttikten sonra, İslam’ın hayat ve toplum sistemleri için de aynı şeyin geçerli olduğunun altını çizmek gerekir. Bir toplumda İslam’ın düzgün bir şekilde uygulanabilmesi adına, toplumun belirli bir oranını oluşturan bir topluluğun “Müslüman” insan modelinin karakteristik özelliklerine sahip olması ve bunları sergilemesi gerekmektedir. Böylece toplum içsel olarak bir değişim içine gireceğinden, bireylerin birbirinden etkilenecekleri de göz önünde bulundurularak, her şeyden önce Allah’a kul olan; daha ahlaklı, toplumsal çıkarların bireyler tarafından bireysel çıkarların önüne alındığı, işbirliği ve yardımlaşmanın ön plana çıktığı ve sadece “maddiyat” için değil, aynı zamanda en az “maddiyat” kadar “maneviyat”ın ve yüksek seviyedeki insan ilişkilerinin de vurgulandığı değerli bir toplum ortaya çıkacaktır, inşAllah. Sistemler açısından özetleyecek olursak, İslam Ekonomik Sistemi ve konvansiyonel ekonominin arasındaki farkları da aşağıdaki gibi sıralayabiliriz;
Servet ve Özgürlük
Asad Zaman’ın, makalesinde değindiği bir diğer konu ise “Servet ve Özgürlük”tür. Buradaki özgürlükten kasıt, servet edinme ve onu kullanma noktasındaki özgürlüktür. Yukarıda da değindiğimiz, Kasas Suresi’nin 77. Ayeti’nde de belirtildiği üzere, servet Ahiret Yurdu’nu aramak ve kazanmak amacı ile kullanılmalıdır. Bu ise bir insanın davranış ve işlerini Allah(svt)’ın buyruklarına göre düzenlemesi sonucunda gerçekleşecektir ki kişi bu yolla rıza-ı İlahi’yi de kazanabilecektir. Servet bize Allah’tan bir “hediye” olarak verildiği için onu başkalarıyla paylaşma noktasında cömert olmalıyız. Ayrıca mal, insana Allah tarafından verilmiş bir “emanet” olduğundan, onu heva ve heveslerimizin isteklerine göre dilediğimiz şekilde kullanamayız. Allah’ın buyruklarına göre isteklerimizi filtrelemeli, servetin temizlenmesi için önşart olan ve İslam’ın 5 temel kuralından birini teşkil eden zekatı vermeli, infak ve sadaka gibi kurumları kendi hayatımızda ayakta tutmalı ve helal dairesi içerisinde israftan kaçınarak servetimizi kullanmaya çalışmalıyız. Eğer bir ülkedeki toplam servet, o ülkedeki toplumun bireyleri tarafından bu şekilde kullanılırsa ortaya çıkabilecek sonuçları bir düşünün; israftan kaçınmak – hem emek, hem de maddi kaynaklar boyutunda- kaynakların çok daha etkin bir şekilde kullanılmasını arttıracak, zekat, infak, sadaka gibi kurumlar toplumdaki gelir adaletsizliğini düşürüp zengin ve fakiri ekonomik anlamda birbirine yaklaştırırken aynı zamanda tesis edeceği “kardeşlik” kurumu ile de “toplumsal dayanışma”yı temin altına alabilecektir. Tabii ki bu örnekler sadece bu kurumların toplumsal boyuttaki birkaç yansımasından ibaret; bireysel ve toplumsal boyutta ise daha birçok faydaya sebebiyet verebilecektir, inşallah. Fakat bunlar, bazı insanlar tarafından hoş karşılanmayıp hayata geçirilemeyebilir ki tarihte de bunun bir çok örneği yaşanmıştır. Kur’an’da, Hz. Şuayb(as)’ın gönderildiği toplum olan “Medyen” halkını bu duruma örnek olarak verebiliriz. Nitekim Hz. Şuayb(as), toplumunu Tevhid’e ve Allah’ın emirlerine davet ettiğinde onlar şu cevabı vermişlerdi;
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
“Onlar dediler ki: Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını terketmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” (Hud: 87)
Bu ayet-i kerime ile ilgili, bir kardeşimizin aktardığı değerli bir yorumu da paylaşmak isterim: “Bir tefsir hocası bu çıkışı “sekülerleşme”nin ilk tezahürlerinden biri olarak değerlendirmişti. Senin namazının bizim siyasetimiz ile, ekonomimiz ile, toplumsal yaşamımız ile ne alakası olabilir çıkışı bu aynı zamanda.” demişti o kardeşimiz. Hakikaten ne kadar yerinde bir tespit. Keza yukarıda bahsi geçen Karun, Kasas:77’deki uyarı kendisine yapıldığında şu cevabı vermiş ve karşılığında da hak ettiğini almıştı;
“(Karun)Dedi ki: Bu(servet), bana; ancak bende olan bilgiden ötürü verilmiştir. Bilmez mi ki; Allah, önceleri ondan daha güçlü ve topladığı daha fazla olan nice nesilleri yok etmiştir. Suçlulardan günahları sorulmaz.” (Kasas: 78)
İnsan ve Kalkınma
Makalede değinilen bir diğer konu ise “insan ve kalkınma(development)” meselesidir. Konvansiyonel ekonomide kalkınmanın uzun bir süre ekonomik büyüme ve toplam üretim/gelir üzerinden değerlendirildiğini belirtmek gerekir. Bununla birlikte, “beşeri semaye”, “insan kaynakları” ve “emek” kavramlarının kullanımının, konvansiyonel ekonominin “insan”ı üretim sürecinde yer alan bir girdiden ibaret olarak gördüğü de açıktır. Böyle bir görüşün, İslam’ın; “insanların gelişiminin” asıl “amaç” ve “kaynak üretiminin” ise ancak bu amaca hizmet edecek bir “araç” olduğu dünya görüşünün, yakınına bile yaklaşamadığı açıktır. İslam’ın bu kalkınma vizyonunu destekleyecek anlamdaki değişkenlerin önemi ise yakın tarihte anlaşılmaya başlanmıştır. Buna, kalkınmada bir bakıma paradigma değişimine sebep olan Nobel ödüllü akademisyen Amartya Sen[12]’in kalkınmayı, insan özgürlüğü ve yetenek/kabiliyetlerin geliştirilmesi(development of capabilities) olarak tanımlamasını örnek olarak verebiliriz. Buradan çıkışla, kalkınma alanında tecrübe edilen birkaç on yıldan sonra, insanların ekonomik kalkınma için hem “süreci” hem de “sonucu” teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Zaman bu noktada, iktisat literatüründe gerçekten de ilginç bir yere sahip olan “Easterlin Paradoksu”na[13] değinmiştir. Easterlin Paradoksu’nda, “servet” ve “mutluluk” değişkenlerinin birbiriyle olan ilişkisi incelenmiştir. Buna göre Easterlin tarafından hazırlanan ve en mutlu kesimin mutluluğunu ifade eden “mutluluk endeksi”, önemli bir artış ile artan servet karşısında, az bir oranda da olsa sonuç olarak bir düşüş sergilemiştir. 1974’te yapılan araştırma, yeni veriler ve ”toplumsal güven” gibi yeni değişkenler ile 37 ülkeyi kapsayacak şekilde 2010 yılında güncellenmiştir[14] ve gelir hakkındaki sonuç değişmemiştir. Buradan en azından şu sonuç çıkarılabilir: “Servetin artması, mutluluğun da artması anlamına gelmez.” İslam açısından bunu değerlendirdiğimizde de sonuç benzerlik göstermektedir. Aynı zamanda servetleriyle mutlulukları artanların varlığını da gözden görmemek gerekir; lakin mutluluğu servette arayan insanlar için Yüce Allah’ın Kur’an’da, “az bir geçimlik[15]” değerlendirmesini yapmış olduğunu da unutmamak gerekir.
İslam Ekonomisi: Normatif ya da Pozitif?
Son olarak, “İslam Ekonomisi normatif mi yoksa pozitif midir?” sorusuna değinen Zaman bu konuda ilginç bir değerlendirme yapmıştır. Konuya konvansiyonel ekonominin, her ne kadar pozitif olduğu iddia edilse de, aslında normatif temellerinin olduğu gerçeğinin altını çizerek başlayan Zaman, neoklasik ekonomi teorisinin gerçekte olmayan bir dünya tasavvuru içerisinde hissiz, soğuk, sürekli olarak hesaplayan ve toplumsal duygulara ve hassasiyete sahip olmayan bir dünya nüfusundan bahsettiğini belirtiyor. Böyle bir dünyada, herkes her türlü ihtimalden haberdardır; işlem, iletişim ve taşıma maliyetleri yoktur; herkes son kuruşuna kadar kendi faydası adına en iyi seçeneği seçer ve ekonomi politikaları ancak servet üzerinde yaptıkları etkilere göre değerlendirilir.
İslam ekonomisi ise, Zaman’a göre, ne normatif ne de pozitiftir; dönüşümseldir(transformative). Toplumu ve toplum içindeki bütün bireyleri, bir ideal doğrultusunda dönüştürmeyi hedefler. Bu bağlamda, insanın kendisini ve toplumu geliştirmek için harcadığı çabanın ve enerjinin bir “Cihad” olduğu değerlendirmesini yapmıştır.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
Bizim uğrumuzda cihâd edenlere gelince, onları mutlaka yollarımıza eriştireceğiz. Şüphesiz ki Allah, elbette iyilik edenlerle berâberdir.(Ankebut, 69)
Dünya hayatı; ancak oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurdu ise; müttakiler için daha hayırlıdır. Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?(En’am, 32)
Allah en doğrusunu bilendir.
Ozan Maraşlı
Makalenin aslına ulaşmak için tıklayınız:
“Asad Zaman Fundamentals of an Islamic Economic System“
Notlar:
[1] Chapra, 1993, s.6
[2] Tablo hazırlanırken (Eren, 2013)’ten yararlanılmıştır.
[3] Bkz. Bakara:30
[4] Bkz. Nisa:135 ; Maide:8 ; Hadid:25
[5] Bkz. Bakara:143 ; Al-i İmran:110. Orta yolu takip ederek ifrat ve tefrite(aşırılıklara) kaçmayan, en hayırlı anlamlarına gelmektedir.
[6] Olabilecek en yüksek fayda sağlayacak ürün ve servise en düşük maliyette ulaşmaya çalışır.
[7] Sahlins, 2003.
[8] Polanyi, 1944.
[9] Mauss, 1924.
[10] Godelier, 1999.
[11] Sosyal çevreden gelen ödül ve cezaları içermektedir.
[12] Sen, 1999.
[13] Easterlin, 1974.
[14] Easterlin, 2010.
[15] Al-i İmran: 197 ; Nahl: 117.
Kaynaklar:
- Chapra. M. U. (1993) Islam and Economic Development. 40,88.
- Easterlin (1974). Does Economic Growth Improve the Human Lot? Some Empirical Evidence. In Paul A. David and Melvin W. Reder, eds., Nations and Households in Economic Growth: Essays in Honor of Moses Abramovitz, New York: Academic Press
- Easterlin, R. A.; McVey, L. A.; Switek, M.; Sawangfa, O.; Zweig, J. S. (2010). “The happiness-income paradox revisited”. Proceedings of the National Academy of Sciences 107 (52)
- Eren, İsmail (2013), Din-Ekonomi İlişkisi: İslam’ın Sosyo-Ekonomik Yapısı İçerisinde İnfak Kurumunun Oluşum Sürecinin İncelenmesi,Yayımlanmamış Doktora Tezi, Isparta.
- Karl Polanyi (1944): The Great Transformation. Beacon Press 2001
- Marcel Mauss (1924): The Gift. The Form and Reason for Exchange in Archaic Societies. London: Routledge 2006
- Marshall Sahlins: The Original Affluent Society, in: Marshall Sahlins (1972): Stone Age Economics. London: Routledge 2003
- Maurice Godelier: The Enigma of the Gift. University Of Chicago Press 1999