Sercan Karadoğan
Tüm dünyada insanlar hala salgın ve salgının ortaya çıkardığı sorunlar ve bunların gündelik hayatlarına etkileriyle başa çıkmaya çalışıyorlar. Salgınla birlikte bir süredir küresel ekonomi politik sistemde uzun bir süredir devam eden yapısal sorunlar çözümsüzlük noktasına doğru evriliyor. Bu tarz krizlerin insanların gündelik hayatlarını derinden etkilenmesinin birincil nedeni, mevcut sistemdeki iş yapma mantığı ve işleyişine dayanıyor. Belirli bir biçimde işleyen mevcut ekonomi-politik sistem devletlerin zorunlu olarak aldıkları tedbirler karşısında insanların önemli mahrumiyetler yaşamasına neden oluyor. Mülkiyet-sermaye ilişkisinin yansıması olarak bir tarafta mülkiyet ve sermaye sahipliğinin sonucunda servetin önemli bir bölümünü kontrol edenler yanında, çalışan birçok insanın sadece emekleriyle geçinmek zorunda olması ciddi manada bir dengesizlik ve eşitsizlik üretim mekanizmasına dönüşüyor. Buna dair en çarpıcı örneklerden birisi milyonlarca insanın iş imkanlarını kaybettiği bir zaman diliminde zenginlerin servetlerini daha da artırmalarıdır. Son 1 yıl içinde en zenginlerin servetlerindeki artış muazzam boyutlardadır. Mesela en zengin kişilerden birisi olan Elon Musk bu süreçte servetini %523 gibi muazzam bir oranda artırmışken, diğer zenginlerin bu düzeye yaklaşamasalar da servet artışlarının %25-85 arasında olduğunu görebiliyoruz. ((Ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.visualcapitalist.com/the-rich-got-richer-during-covid-19-heres-how-american-billionaires-performed/)) Bir tarafta bu muazzam zenginlik artışının karşısında kapitalist sistemdeki oyunun kuralları gereği gelir ve servetlerini önemli ölçüde kaybeden milyonlarca insan olduğunu görüyoruz. Salgın sürecinde aşırı yoksulluğa sürüklenen insan sayısının 150 milyondan fazla olduğu tahmin ediliyor.((https://www.worldbank.org/en/news/press-release/2020/10/07/covid-19-to-add-as-many-as-150-million-extreme-poor-by-2021)) Buna bir de orta gelir grubundan fakir gelir grubuna düşenler eklendiğinde gelecekte ciddi sorunlara yol açacak bir durum ortaya çıkıyor.
Kısacası, kapitalizmin kendi ürettiği ve kendi yapısına içkin olan sistemik krizlerin yanında, salgın, afetler, iklim değişikliği gibi sistem dışı afet ve krizler karşısında da sistemik olarak üretebileceği bir çözüm ve verebileceği karşılık yok. Yani kapitalizm hem kendi yapısında düzenli krizlere gebe hem de dışsal krizler karşısında oldukça kırılgan. Kapitalizmin kriz üretmesinin arkasında yatan en önemli neden sermaye-emek arasında kurulan dengesiz ilişkidir. Sermaye paradır ya da teminatlı mülkün gerçekleşebilir parasal değeridir. Emeğin aksine, sermaye bir teminat olarak kullanılabilir ve elde edilen “kredi gücü” daha fazla servet elde edilmesine imkân sağlar. Emeğin ise böylesi bir imkânı yoktur. Emek; yapılan işten ayrılamaz ve koparılamaz. Dolayısıyla emek ve sermaye arasındaki bu asimetrik ilişki eşitsizliğin ve kapitalizmdeki krizlerin en büyük itici gücüdür.
Dolayısıyla her yeni sistemik ve sistem dışı krizle birlikte kapitalizmin bir geleceğinin olup olmadığı da tekrar tekrar tartışmaya açılıyor. Kapitalizm sonrası senaryolar da çeşitli öngörüler barındırıyorlar. Bazısına göre kapitalizm sonrası daha eşitlikçi bir ekonomi-politik modeline geçiş olacakken, bazısı kapitalizm sonrasını daha kaotik bir dünya şeklinde öngörüyor. Bu tasarıların tümünde de devletin ekonomideki konumu, ilişkinin ve dengenin en temel belirleyeni. Devletin daha otoriter bir yapıda olduğu ve zengin veya fakirden taraf olmasına göre değişen senaryolar özünde bölüşümün de nasıl yapılacağını belirliyor. Bu çalışmalardaki bir diğer ilginç nokta ise tümünün bir şekilde 4 farklı senaryo üzerinden bir kurgu yapması.((Kapitalizm sonrasına dair senaryolara ilişkin olarak şu kitaplara bakılabilir: Peter Frase, Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Hayat. Paul Mason, Kapitalizm Sonrası: Geleceğimiz İçin Bir Kılavuz. Wallerstein vd. Kapitalizmin Geleceği Var mı?)) Mesela bu çalışmalardan birisi olan Peter Frase’in Dört Gelecek kitabında, yazar bolluk, kıtlık, eşitlik ve hiyerarşi arasında 4’lü bir tasnif yapmaktadır. Buna göre komünizm bolluk ve eşitliğin kesişim noktasında yer alırken, eksterminizm (imhacılık) olarak tarif ettiği yapı ise hiyerarşi ve kıtlık kesişiminde yer alıyor. Dolayısıyla bolluk ve eşitlik için daha merkezileşmiş bir mülkiyet anlayışı gerekirken, kıtlığın olduğu ve buna hiyerarşik/sınıfsal bir yapının eşlik ettiği durumda ise sonuç topyekûn bir yıkıma götürüyor.
Bugünlerde ise kapitalizm sonrası senaryoların daha çok salgın merkezli bir gelecek projeksiyonuna evirildiğini görüyoruz. Salgın sonrası senaryolar şeklinde ifade edilen bu yaklaşımlar yine yukarıda aktardığımız kapitalizm sonrası senaryolarla oldukça paralel ve benzerler. Burada da çoğunlukla 4’lü senaryolar şeklinde ifade edilen geleceğe dair çıkarımlar devletin refahın paylaştırılmasındaki otoriter, özgürlükçü ya da eşitlikçi rolüne ilişkin olarak farklılaşıyorlar. Bunlar içinde ilginç olan bir örnekte mübadele değerinin mi yoksa hayatın korunmasının mı ekonomik ilke olarak belirleyici olacağına göre bir tasnif yapılmaktadır. Buna göre devlet kapitalizmi, devlet sosyalizmi, barbarlık ve karşılıklı yardım olarak 4’lü bir çözümleme yapılmaktadır. ((Bu yapıya dair ayrıntılar için ve yazının tamamı için bkz. https://theconversation.com/what-will-the-world-be-like-after-coronavirus-four-possible-futures-134085 ))
Devlet sosyalizmi ve karşılıklı yardım hayatın korunması ilkesinin mübadele değerinin yerine ikame edilmesiyle ortaya çıkarken, mübadele değerinin hayatın korunmasına öncelenmesi devlet kapitalizmi ve barbarlık olarak bizi iki farklı senaryoya götürmektedir.
Son olarak yine benzer şekilde salgına verilecek demokratik tepki ve çözümlere göre şekilleniyor. Buna örnek olarak da Daron Acemoğlu’nun çözümlemesini verebiliriz. Bu noktada sorunların çözüm adımlarını atmak yerine sorunları olduğu gibi bırakmak ileride daha büyük otoriterlik/milliyetçilik sorunlarına yol açabilecektir. Diğer yandan atılacak otoriter adımlar da “Çin tipi” bir modele de götürebilir ki Acemoğlu açısından bu da demokrasinin yerini despotizmin almasına götürecektir. Buradaki üçüncü bileşen, insanların devlet yerine teknoloji firmalarına güvenmesiyle “teknolojinin hakimiyetine” ya da “dijital köleliğe” götürecek olan senaryodur. Bunun nedeni ise teknoloji firmalarının denetim ve kontrol üzerindeki artan hakimiyet ve güçleridir. İnsanların “korkuları” nedeniyle ve kendi güvenlikleri için özgürlüklerinden taviz vererek bu tarz firmalara denetim ve kontrol üzerinde daha fazla güç ve yetki vermeleri beraberinde dijital/yapay zekânın hakimiyetindeki distopik film senaryolarına benzer bir geleceğe bizleri taşıyabilir. Son olarak dördüncü seçenek olarak “refah devleti”ne geri dönüş yaşanabilir. Sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası fonları gibi mekanizmalardaki iyileştirmeler ve ilave çözümler kriz anlarındaki toplumsal çöküşü önleyecek ve refahın daha adil ve eşitlikçi dağıtılmasını sağlayacak mekanizmalar üretilebilir. ((Daron Acemoğlu’nun yazısı ve çözümlemeleri için bkz. https://www.project-syndicate.org/onpoint/four-possible-trajectories-after-covid19-daron-acemoglu-2020-06?mc_cid=139bcd43ce&mc_eid=019d42168c )) Tüm bu senaryolar çeşitli imkân ve imkansızlıkları barındırıyorlar. Her adımın içerisinde belli bir somut çözümün ve beraberinde yeni çözümsüzlük ve sorunların yatıyor olması, bu atılacak adımların iyi planlanması ve sonuçlarının üzerinde düşünülmesini zorunlu kılıyor. Bir değişim kaçınılmaz ama bu değişimin kalıcılığı toplumsal içselleştirmeye bağlı. Dolayısıyla burada önemli olan nokta, bu imkân ve imkansızlıkların gerçekliğini belirleyecek olan şeyin toplumsal kararlılıkta yatıyor olmasıdır. Kapitalist sisteme içkin olan sorunların köküne inmedikçe ve bunları çözüme kavuşturmadıkça bu tarz adımlar ve elde edilecek çözümlerin kalıcı olması da mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla burada öncelenecek şey “kapitalizmin bir geleceğinin olup olmadığı” değil, kapitalizmde insanlığın bir geleceğinin olup olmadığı sorusunun cevabının verilmesidir.
Sercan Karadoğan’ın bir önceki köşe yazısını okumak için tıklayınız.