Anasayfa Köşe Yazıları “Adam Smith’in Yemeğini Pişiren Kimdi?”den İslam Ekonomisine…

“Adam Smith’in Yemeğini Pişiren Kimdi?”den İslam Ekonomisine…

by

“Adam Smith’in Yemeğini Pişiren Kimdi?” bir kitap ismi. İngilizce orjinali 2021’de yayınlanan kitabın ayzarı, Katrine Marçal. Bu yazıda, bahsi geçen kitaptan hareketle hem ekonomiye dair önemli çıkarımlara hem de İslam ekonomisine dair çıkarımlara değinmeye çalışacağım.

Başlangıç: İnsan

Yazar Marçal diyor ki “Her şey insana bakışla başlıyor.” Peki o halde ekonominin kurucu babası olan Smith’in insana bakışının ana  hatlarından biri neydi? Bol bulunan ve kendisine güvenilebilecek kişisel çıkar (self-interest) sahibi olduğu görüşü… Zira sevgi kıt iken -gerçekten kıt mıdır?- insanda en bol bulunan şey kişisel çıkardır ona göre. Tıpkı Daniel de Foe’nın 1719 tarihli romanı Robinson Crusoe’daki gibi… Çünkü Crusoe, bir adada ıssız, rasyonel, kişisel çıkarına odaklı bir adam olarak resmedilmektedir. Nitekim daha sonra ekonominin temel kişisi olarak lanse edilecek olan homo economicus da tam bu kişidir işte. Bu aynı zamanda Bernard Mandeville’nin (ö. 1733) de Arılar Masalı için örnek aldığı kişidir. Bu tasvire daha sonra 20. yüzyılda, “beşeri sermaye” kavramıyla herşeyin ekonomikleştirilmesini savunan Gary Becker de eklenecektir.

Tam olarak kimdir bu ekonomik kişi? Akılcı, mesafeli, nesnel, rekabetçi, yalnız, bağımsız, bencil, sağduyuyla hareket eden ve dünyayı fethetme sürecinde olan bir bireydir. J. M. Keynes (ö. 1946) ise olaya farklı bir bakış açısı getirip kıskançlık, açgözlülük ve rekabet sarmalındaki bu bireye, ekonomik gelişme adına bir süre daha katlanmamız gerektiği görüşünü ortaya atmıştır. Fakat Keynes’den bu yana nice vakit geçmiştir ki ne beklenen ekonomik gelişme tüm dünyaya yayılmıştır, ne de insanoğlu ekonominin etkisinden çıkabilmiştir.

Peki bizim için olayın bu kısmından İslam ekonomisine nasıl çıkarımlar yapılabilir? İslam’ın ve dahi İslam ekonomisinin insana bakışının yukarıda resmedilen ekonomik kişiden ne kadar farklı olduğunu vurgulamak temel bir çıkarım olacaktır. Nasıl farklıdır bu kişi? Öncelikle, kendi kendine yerden bitmemiştir. Tesadüf eseri, amaçsız bir varlık değildir. Bilakis, Hallaq’ın dediği gibi, “O’nun bilgisini, ahlakını ve adaletini yeryüzünde taklit etmeye dönük” bir amaç üzere tam teçhizatlı yaratılan bir varlıktır. Fakat imtihan ve irade gereği bu amacı bilip buna göre davranma imkanı da davranmama imkanı da vardır insanın. Bu temel nitelikteki insanın başlıca özellikleri de geniş bir skalada yankılanır; akıllı -bunun tanımı modernitedeki anlamıyla birebir aynı değildir-, olabildiği gibi ahmak da olabilir; mesafeli durabildiği gibi sıkı-fıkı da olabilir; nesnel olabildiği gibi öznel de olabilir; rekabetçi olabildiği gibi olmaya da bilir; yalnız ve bağımsız olabildiği gibi bunu olmaya da bilir, vb.

İşte Marçal’a göre serbest piyasa yanlısı neo-liberalizmin argümanlarının iki yüzlülüğü tam şurada yatmaktadır: ekonomik insanın ilerlemek için biraz yardıma ihtiyacı vardır ve bu nedenle neo-liberalizm tamamen rekabet odaklı, rasyonel birey vizyonunu destekleyecek kurumlar, teşvikler ve yöntemler geliştirmiştir. Eğer insan gerçekten tamamen rekabetçi, rasyonel olsaydı bu teşviklere gerek kalır mıydı?! Dolayısıyla neo-liberalizm, yukarıda dendiği gibi, kişi (person) olmanın ne anlama geldiğinin yeni bir yorumudur. Bu yeni insan yorumunda “beşeri sermaye” önemli bir kavram haline gelmiştir. Söz konusu kavrama göre ekonomik insan kendine yatırım yapan bir aygıttır (apparatus). Marx’ın bahsettiği çatışma çözülmüştür ama onun hayal ettiği şekilde değil. Değişen üretim araçları değil, insan olmanın anlamıdır ki bu çok daha büyük bir sorun demektir.

İnsandan Topluma

Marçal şöyle diyor: duygularımız hikayelerimizi oluşturuyor, hikayelerimiz de piyasadaki hareketliliği… Bu yüzden onları dikkate alan bir ekonomik teori geliştirmek önemlidir. Bir de ötekileri -yani toplumun diğer bireylerini- dikkate alan bir teori olmalıdır bu. Zira başkaları tarafından önemsenmek, işbirliğini, empatiyi, saygıyı, öz disiplini ve düşünceli olmayı öğrendiğimiz bir durumdur. Yani ekonomiyi insanlar için neyin önemli olduğuna göre düzenlemeliyiz. Ama biz tam tersini yaptık. İnsanları ekonomi anlayışımıza uyacak şekilde yeniden tanımladık. Bu yine ilk noktaya yani ekonomideki insan algımızın önemine vurgu yapmaktadır.

Davranışsal İktisat Kurtarıcı mı?

Yukarıda bahsi geçen, konvansiyonel ekonomideki ekonomik insanın alternatif bir okuması sanki son yıllarda davranışsal iktisat alanından gelmiş gibidir. Çünkü, Marçal’ın dediği gibi, otuz yılı aşkın bir süredir, standart ekonomik modellerde insanlarla ilgili varsayımların doğru olmadığını biliyoruz. Ekonomik insan diye bir şey yok; en azından gerçekte. Ama biz hâlâ ona sarılıyoruz. Ancak Kahneman ve Tversky otuz yıl önce kararlarımızın hiç de nesnel ve rasyonel olmadığını gösterebilseler de ekonomik insana olan vurgu pek değişmedi.

Fakat bu noktada davranışsal iktisadın gerçekte neo-klasik iktisatla ne kadar farklılaştığı mevzusu da gündeme geliyor. Zira yine Marçal’ın değindiği üzere, aynı zamanda ekonomik insan hala davranışsal ekonominin başlangıç noktasıdır. Davranışsal iktisatçılar deneyler ve çalışmalar yoluyla kuralın istisnalarını belgelemeye çalışırlar, ancak yalnız birey hala hem ideal hem de öncüldür. Ayrıca, davranışsalcı yöntemleri kullanan devlet -ve diğerleri- “dürtme” vs. ile davranışsalcı iktisadı kendi çıkarınca evirip çevirebilmektedir. Tıpkı davranışsal iktisat yöntemleriyle pazarlama gücünü artırma önerilerinde bulunan E. Barneys gibi -ki kendisi Freud’un yeğenidir. İlaveten, davranışsal ekonomide topluma ve insanların birbirleriyle ilişkili olarak nasıl yaratıldığına ve oluşturulduğuna dair hiçbir genel bakış yoktur. İktisat bireyin bilimi olmaya devam etmektedir. Bu son husus özellikle İslam ekonomisinin katkıda bulunabileceği bir noktadır. Çünkü, Marçal’ın da belirttiği gibi, yalnız doğuyoruz sonra pragmatik olarak birbirimize ihtiyaçtan toplumsal bağ kuruyor değiliz, direk toplumsal doğuyoruz. Zira Allah insanları böyle yaratmıştır.

Sonuç

Marçal, bahsi geçen neo-klasik iktisadın bizi getirdiği yeri şu veciz sözlerle özetliyor: Ölümün bir anlamı yok. Ve hayatın da… Amaç, amaçsız bir dünya yaratmak! Bedenden ve duygulardan kaçan ekonomik insan aynı zamanda bağlılıktan (dependency) da kaçıyor. Ekonomik insan hiçbir zaman ihtiyaç duymaz; sadece ister. Bu, Robbins’in klasik iktisat tanımından hareketle bugün iktisadın tanımında neden “sınırsız istek” diye bir ifadeye başvurulduğuna da işaret emektedir. Ve bu aynı zamanda İslam ekonomisi tanımında neden sınırsız istek yerine “ihtiyaç” kavramı olması gerektiğinin de cevabıdır.

İlaveten, ekonomik insanın hikayesi, insanın her şeyi bilen, rasyonel bir özne olduğu mitini sürdürmektedir. O ki hayatının efendisidir. Dünyanın da efendisidir. Fark edileceği gibi bir tür tanrılaşma halidir bu ancak ekonomiyle uğraştığımızda işte bunlar giydiğimiz kıyafetlerdir. Aslında tüm insanlar bu soyut, rasyonel ekonomik bilince indirgenebilir demektedir neo-klasik iktisat. Cinsiyete bakılmaksızın, ırka bakılmaksızın, kültüre bakılmaksızın, yaştan bağımsız olarak, sosyal statüden bağımsız olarak ve din/inançtan bağımsız olarak. Neticede ise bu, soyut şeyleri dahi ciddi bir ekonomikleştirme hareketidir.

Bugün ekonomi bilimi batı dünyasındaki hakim dindir. Doğru, resmi bir ekonomik kilise yoktur; atanmış yüksek rahipler yoktur; kutsal metinleri tanımlayan resmi kararnameler yoktur; hatta ekonomik teorinin ne olduğuna dair kesin bir tanım bile yoktur. Ancak piyasanın mantığının insan doğasında yaşadığı inancı, her gün yanımızda taşıdığımız, bize aşılanmış bir inançtır. Kültürümüzün derinliklerine giderek daha da derinlemesine işlemiş bir inanç…

İktisatçı Julie Nelson ekonomiyi “insanların doğanın karşılıksız armağanlarını kullanarak gereksinimlerini nasıl karşıladığını ve yaşamın zevklerinden nasıl keyif aldığını inceleyen bilim,” olarak tanımlamış olsaydık, dünya ne kadar farklı olurdu diye düşünüyor. Peki bizler İslam ekonomisini/iktisadını benzer bir eleştiriden hareketle tanımlayacak olsak ne diyebilirdik? Şu tanım, bu konudaki kişisel önerimdir, henüz bir deneme olsa da: “Yeryüzü halifeliğimizde bize maddi olarak destek olan ve ahirette de iyi yerde olmamıza yardımcı bir ilimdir ekonomi.” Oysa bugün insanlığın kendine dair gerçek deneyiminin ekonomide yeri yoktur. Aslında davranışsal iktisadın da temel eleştiri noktası budur fakat yukarıda bahsedilen sebeplerden dolayı eksik kalmaktadır. İşte İslam ekonomisi gibi bir bütüncül alternatife ihtiyaç olduğunu düşünme sebeplerimizden biri de budur. Nitekim Marçal’ın da belirttiği üzere, arzularımızı daha iyi anlasaydık muhtemelen onların hayal ettiğimiz şekilde -ve özellikle yalnızca ya da ağırlıklı olarak maddi bir şekilde- tatmin edilemeyeceğini görürdük. Şimdi bile bir dönüp baksak günümüz insanına şunları görürdük herhalde; aşırı çalışan, aşırı uyarılmış, aşırı harcama yapmış bir birey. Fakat yine de dünyadaki tüm seçeneklere sahip… Ne ile? Kredi, borç, korku ve açgözlülük ile… Bu nokta, İslam ekonomisinin katkıda bulunabileceği bir başka önemli husustur. Zira, ekonomi, korku ve açgözlülüğün üstesinden gelmemize yardımcı olmalıdır. Bu duyguları istismar etmemelidir. İktisat bilimi, sosyal bir vizyonun modern bir ekonomik sisteme nasıl dönüştürüldüğüyle ilgili olmalıdır. İnsanı toplumla bütünleşmiş (embedded) olarak görmelidir. İnsanı, sadece kişisel çıkarından dolayı değil, başkalarıyla olan bağlarına göre hareket eden biri olarak görmelidir.

Kitaptan son bir alıntıyla bitirelim: Neden mutsuzsun? diye soruyor ve şöyle devam ediyordu şair Wei Wu Wei:

Çünkü %99,9
Düşündüğün her şeyden,
Ve yaptığın her şeyden,
Kendin için…
Ve öyle biri yok

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun