Anasayfa Köşe Yazıları Suçlu Tasavvuf Muydu?

Suçlu Tasavvuf Muydu?

by

Suçlu tasavvuf muydu?*

Daha önce bahsettiğimiz üzere,[1] Ömer Demir’in Din Ekonomisi kitabında din ile ekonomi arasındaki ilişkileri inceleyip kurgulayan bir yöntem, “dinin ekonomik çıktılarını incelemek” şeklinde geçmektedir. Bunun en önemli örneklerinden birinin Max Weber’e ait olduğunu belirtmiş ve demiştim ki bizde de buna karşılık gelen bir çalışma türü var ama sürpriz olsun, sonra bahsedeyim. İşte bu yazıda bundan bahseceğiz.

Ülgener ve Tasavvuf-Ekonomi İlişkisine Dair Tezi

Max Weber’i takiben bizde genelde şu tarz çalışmalara rastlanır: İslam ve geri kalmışlık, İslam ve gelişememişlik. Zira Weber’in kendisi de kitabında İslam’ın tıpkı katolisizm gibi kapitalist gelişmeye yol vermeyen bir dinî yapı olduğunu belirtir. Fakat benim bu yazıda değinmek istediğim, bu genel çalışmalar değil de İslamiyet içerisinde ayrı bir yapıya dair olan çalışmalardır. Söz konusu yapı, tasavvuftur.

Max Weber’i doğrudan takip eden ilk Türk araştırmacı olarak Sabri Ülgener (1911-1983) anılır. Ülgener, Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı adlı kitabında Weber’in tezindeki Hıristiyanlık içi mezhepsel ayrımla ekonomik gelişme arasındaki ilişki fikrini bir başka boyuta çekip İslam’ın içerisinde yer alan tasavvuf yapısının ekonomik gelişmeyle bağını inceler (burada S. F. Alatas’ın Sosyal Bilimlerde Alternatif Söylemler adlı kitabındaki eleştirisine binaen İslam dinini hıristiyan mezhepsel yapıları üzerinden ayrımlama gibi bir durum olup olmadığı ayrıca incelenebilir deyip devam edeyim). Ülgener, ahlak ve zihniyet dünyasını besleyen temel etmenleri zikredip özellikle dinin etkisine odaklanacağını belirtir. Nihai amaç ise din tarafından etkilenen bu ahlak ve zihniyet yapısının nasıl bir sosyo-ekonomik çıktıya yol açtığını görmektir (burada da şu sorulabilir: Sırf dinin etkisi ceteris paribus incelenebilir mi?) Bunu yaparken ilkin Weber’in İslam hakkındaki görüşlerini eleştirmiş ve İslam’ın nasıl bir iktisadi zihniyet oluşturduğu hususunda homojenlik aranamayacağını belirtmiştir. Ardından da “İlk ve öz İslam’dan tasavvufa geçiş…” diye bir şey tanımlamıştır. Demek ki Ülgener “öz İslam” diye bir şey tanımlamakta, tasavvufu ise bunun dışında tutmaktadır! Peki tasavvuf niye dışarıdadır ona göre? Çünkü tasavvuf, özellikle iktisadi anlamda olumsuz sonuçlara sebebiyet vermiştir. Ülgener’in tasavvufa geçişle beraber ne olduğuna dair tezini özetleyebilecek bir alıntı şudur:

“Tasavvuf gerçekten bir yanı ile tabana indirilmiş bir tevekkül ve teslimiyet felsefesi içinde her an hizmete hazır kaderci bir kütleyi eğitip yoğururken, öbür yandan tarikat basamaklarını üste ve yukarıya tırmandıkça kendini geçim gailesinin üstüne çıkaran ve işin külfetini altta o yumuşak tabanın sırtına vuracak olan bir nüfuz ve tahakküm mihrakını oluşturmaktan geri kalmamıştır.”

Bu alıntı bize tasavvuf-iktisat ilişkileri için iki temel çıkarım verir: 1. Durgunluk, 2. Ülgener’in deyişiyle yarı dinî feodal bir rant kapitalizmi.

Ülgener, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım tezini temelde tasavvuf alanından bazı isimlerin eserlerinden iktisada dair çıkarım yapılabilecek kısa kısa –yani birine detaylıca odaklanmaksızın- alıntılara dayandırır. Örneğin, “Yine taayyüş için iztırabdan hoştur, Tevekkül olmasa da bitelaşlıklarımız!” (Ankaravi, Divan) dizesini örnek olarak kullanışında olduğu gibi.

Türkiye’de Ülgener’in ardından benzer tezi savunan çeşitli isimler olmuştur. Bunların yöntemi de benzer şekildedir.

Söz Konusu Tezin Sorunları

Buraya kadar özetlediğim tezin ve benzerlerinin temelde bir kaç tane önemli aksaklığı vardır diye düşünüyorum. İlki yöntemsel. Çok kısıtlı bir tasavvuf literatürünü seçmeci ve detaysız inceleyerek büyük genellemelere gitmek hatalı durmaktadır. İlgililer bu noktada çok daha detaylı ve alternatif okumalar içeren bir kaynak için 2023’te Mustafa Kahya tarafından hazırlanan Tasavvufun Teşekkül Döneminde Sufiler ve Ticari Hayat adlı doktora tezine müracaat edebilir.

İkinci olarak, tasavvufu gelişme ve ilerleme karşıtı görmek, daha derindeki bir bakış yanılgısına dayanmaktadır. Bu yanılgı, büyüme ve gelişmeyi hayatın temeline yerleştiren bir görüştür. Bugünden bakınca kapitalizmin galibiyeti dolayısıyla geçmişteki her türlü kurum ve yapının sermaye biriktirip biriktirmemesine göre yargılanması söz konusudur. Bu görüşün problemleri için Alatas’ın yazının başında zikredilen kitabına ve Uwe Pörksen’in Plastik Kelimeler’ine müracaat edilebilir. Zira Pörksen’e göre “kalkınma” plastik bir kelimedir.

Üçüncü olarak, “zihniyet mi ekonomiyi etkiliyor, yoksa tersi mi, veyahut da ikisi aynı anda geçerli midir?” diye de pekala sorulabilir. Bu tarz soruların bir neticesi olarak şöyle bir sonuca da erişilebilir: bazı dönemlerde çeşitli sebeplerden dolayı tasavvuf erbapları daha içe kapalı ve daha temkinli davranma gereği hissetmişlerdir gibi. Ya da bazı dönemde bazı mutasavvıflar bazı sebeplerle olabildiğince dünyadan uzaklaşmak istemişlerdir. Ama bunlar kişisel tercihleridir gibi. Ya da gerçekten belli bir dönem için topluca tasavvuf dünyaya karşı olumsuz bir bakış türetmiştir ancak bu konjonktüreldir ve gereklidir gibi.

Son ve en önemli gördüğüm aksaklık ise -ilkiyle bağlantılı olmak üzere- tasavvufu tasavvuf ehlinin okumalarından ya hiç ya yeterince takip etmemektir. Ya da takip edilenle bütün olayı tamamen anlayabileceğimi sanmaktır. Buna dair bir örnek vereceğim. İbn Ataullah el-İskenderi’nin (1260-1309) Hikem-i Ataiyye’si naçizane şu ana değin okuduklarım arasında sıradan bir insan olarak manevi hal ve kişilik gelişimime en çok etki etmiş tasavvufi eserlerden biridir. Tabi, anladığım kadarıyla… Anladığım kadarıyla diyorum zira şerhli yaptığım ilk okumada ağzıma hafif çalınan balın yanı sıra anlamadığım hatta “böyle şey mi olur?” dediğim kısımlar olmuştu. Tıpkı yukarıdaki çıkarımlarda tevekkül üzerinden tasavvuf-iktisat arası ilişkilere dair negatif bir ilişki kurulduğu gibi, İskenderi’nin eseri tevekkül mevzusu üzerinden aynı çıkarımı yapmaya sebebiyet verebilecek kısımlar içermektedir. Ama ilk bakışta… İşte durumun böyle olması hasebiyle okumayı genişletip önce, eski bir Diyanet görevlisinden Hikem’i dinlemeye başladım. Ama hâlâ oturmayan şeyler olunca rotayı bir tasavvuf akademisyenine çevirdim. Ahmet Murat Özel hocadan dinlediğim Hikem-i Ataiyye ile metin, baştan göründüğünden çok daha farklı görünür oldu. Örneğin, genelde bir şey yapmamak anlamında kullanılan miskin kelimesi aslında iddiasızlıktır ve manevi bir anlam taşır herşeyden önce. Nitekim Özel şöyle demektedir: “(Örneğin), Yunus Emre’de ideal veli miskindir. Ama yanlış anlaşılıp uyuşuk şeklinde yorumlanmamalıdır bu. Aciz, günahkar demektir miskin. İdeal veli, zayıflığının hep farkındadır.”

Kıssadan Hisse

Neticede bu özel örnekten hareketle şunu söyleyebilirim ki tüm kişisel gelişim kitaplarını, psikoloji teorilerini, theta healing’i, eneagram vb. “new age” akımlarını geçin, 700 sene önce yazılmış bu kitap –Hikem– şu anki kaygılı, depserif insana o kadar muazzam şeyler söylüyor ki! Hem de iddia edildiği gibi insana maddi anlamda pasifize olmayı önermeden yapıyor bunu. Peki bu kitap niye bu kadar özel? Çünkü kaynağı yalnızca Kur’an ve hadis. Ve onlardan devşirilen ruh hali ve pratikle derin bir hikmetle marifete dayanıyor. Kimbilir bu yukarıda bahsettiğim bir kaç okumanın ötesinde daha nice okumalar mevcut bu kitaba ve benzerlerine dair. Velhasıl tasavvuf çoğunlukla kişisel bir tecrübe olduğu için doğrudan halk için yazılanlar müstesna kişisel olarak doğrudan okunup anlaşılması ve yorumlanması çok zor. Hele bugün daha da zor. Nitekim Hikem, diğer pek çok tasavvuf eseri gibi, aslında kendi döneminin halk kitlesi için bile yazılmamıştır. Bilakis, tasavvuf alanında ilerlemeye çalışan salikler için yazılmıştır. Yani ancak “içerde olanlar” rahatça anlayabilirler. Bizse bugünkü dünyada bambaşka şartlar altında bambaşka eğitim ve düşünce yapısıyla zaten kendi zamanının halk kitlesi için bile yazılmamış olan bu kitabı -ve benzerlerini- nasıl bir çırpıda kolayca kendiliğimizden, hele hele yukarıdaki örnekteki gibi, bir kaç noktasına odaklanıp anlayabileceğimizi düşünüyoruz ki?! Akademisyen olsak bile… İşte sanırım ki böyle düşünebildiğimiz için tasavvuf-iktisat arası kolayca deterministik negatif bir ilişki çıkarsayıp zaten sorunlu olan, kalkınmayı temel başarı unsuru olarak gören bakışımızda geçmişimize yönelik kara koyunumuzu bulmanın hazzıyla fil dişi kulelerimize çekiliyoruz.

 


* Başlık Murat Çizakça’nın “Suçlu Şeriat mıydı?” başlıklı makalesinden mülhemdir.

[1] https://islamiktisadi.net/2024/03/05/ekonominin-islamisi-mi-olurmus/

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun