Anasayfa Köşe Yazıları Tüketim Olgusundaki Anlam Kayması ve “Tüketmek İçin Tüketmek” Üzerine

Tüketim Olgusundaki Anlam Kayması ve “Tüketmek İçin Tüketmek” Üzerine

by

Tüketim kavramı ilk insandan beri var olagelen bir olgudur. Bununla birlikte akademik olarak ancak 1980’lerden sonra ele alınmaya başlamıştır. Daha sonra kapitalizmin ortaya çıkışından itibaren önemi giderek artmış; anlam itibariyle değişimler yaşamış kritik bir kavrama dönüştüğü görülür. Kaynaklara bakıldığında, erken dönemlerde ihtiyaçlara yönelik tüketimin daha baskın ve henüz kolektif bir üretim ya da kolektif bir tüketim yok. Daha sonrasında özellikle kapitalizm ve sanayi devriminin etkisiyle üretim hızlanmış; buna bağlı olarak da ürün çeşitliliği ve bolluk ile karşılaşıldı. Artan refah ve sanayideki ilerleme ise insanları zamanla ihtiyaç duydukları ürün ve hizmetlerden daha fazlasını harcamaya yöneltti. Dolayısıyla tüketim kavramı zamanla dönüşümler yaşayarak farklı bakış açıları tarafından çeşitli şekillerde tanımlandı.

Merriam Websterr, Brittanica, Türk Dil Kurumu gibi çeşitli sözlüklerde tüketim kavramı “israf etmek”, “bir şeyi sonuna kadar kullanmak”, ekonomik malları kullanmak, “mal ve hizmetlerin hane halkları tarafından kullanımı”, “üretilenleri kullanmak, yok etmek” gibi anlamlarda ele alınıyor. Featherstone ve Raymond Williams tüketim kavramının “yok etme”, “harcama”, “harcama” ve “bitme” anlamlarını öne çıkarırken Baudrillard ise günümüzde tüketim kavramının 20. yüzyıldaki anlamından çok daha farklı hâle geldiğini vurgular. Ona göre içinde yaşadığımız çağda, fizyolojik ihtiyaçlar için yapılan harcamalar kadar, arzu ve statü tatmini için yapılan harcamalara da “tüketim” denilmekte. Baudrillard tüketim kültürüyle beraber erken dönemlerdeki “ihtiyaçlar için tüketim” anlayışının yerini “tüketmek için tüketim”in aldığını öne sürer. Baudrillard, ihtiyaçların manipüle edilmesiyle ortaya çıkan bu yeni tüketim algısında düşüncelerin artık nesneler tarafından tüketilmediğini öne sürüyor. Böylece tüketicilerin satın alma davranışının materyalist bir eylem değil, idealist bir uygulama olduğu iddia edilmiştir. Bocock ise tüketilecek malları, “insanlarda kimlik duygusu yaratan sembolik araçlar” olarak tanımlar. Gösterişçi tüketimin temsilcisi olan Veblen’e baktığımızda, “Boş Zaman Sınıfı Teorisi” ile tüketici bir bireyin amacının asla yalnızca biyolojik ihtiyaçlarının tatmini olmadığını iddia ettiğini görürüz. Veblen, bireylerin servetlerini gösterebilecekleri başlıca iki yolu tanımlar: pahalı eğlence etkinlikleri ve tüketim için savurgan harcamalar.

Ancak bazı toplumlarda bu aşırı harcamalar ve lüks yaşama geçiş Protestanlık ve püritenizmin etkisiyle; Müslüman toplumlarda ise dini bazı ekoller ve tasavvuf hareketlerinin etkisiyle uzun süre engellenebilmiştir. Yine de kalıcı bir etki sağlanamamış ve sonunda lüks yaşam ile aşırı harcamalar tamamen yaygın hale geçmiştir. Püritenliğin doğduğu yer İngiltere’dir. İngiliz püritenliği başlangıçta gösterişten ve canlı renklerden kaçınmak için çileci değerleri içeriyordu. O dönemde, Fransa, İtalya, İspanya gibi Protestanlık ve püritenlikten daha az etkilenen ülkeler ise tam tersine, İngilizlerin savurganlık ve lüks olarak gördüğü aşırı harcamayı teşvik eden kültürel değerleri benimsediler.

Alman toplumunda ise tüketimdeki değişimin merkezinde tüm tüketim ürünlerinin bir arada bulunabileceği büyük pazarların açılması ve şehir hayatının etkisinin olduğu tartışılmaktadır. Kent yaşamı hem bir grubun özelliklerini hem de bireylerin kişisel farklılıklarını ve tercihlerini yansıtacak şekilde tüketim ihtiyacını artırmıştır. Öte yandan Amerika’da, 20. yüzyılın ilk yıllarında, benzer mallardan oluşan geniş bir kitlesel pazar sağlamayı amaçlayan “Fordizm” hareketi ile seri üretim ve kitle tüketiminin yükselişi başlamıştır. Amerika’da yirminci yüzyılın ilk dönemlerinde başlayan kitlesel tüketim hareketi, yirminci yüzyılın ortalarından sonra Avrupa’da yerini alabilmiştir. Bu çoğunlukla her iki dünya savaşının etkilerine bağlanabilir. Daha sonra, kitlesel tüketim önce Birleşik Krallık’ta ve ardından Batı Avrupa’nın geri kalanında yaygınlaşmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise, Batı toplumlarında, Japonya’da ve Güneydoğu Asya’nın diğer bölgelerinde, mal ve hizmetlerin giderek daha büyük gruplar için erişilebilir hale geldiği bilinmektedir. Böylece 20. yüzyılın sonlarında tüm Batılı kapitalizm modellerinde tüketim, yalnızca ekonomik faydacı bir mekanizma olarak değil, kültürel işaret ve sembolleri içeren sosyal ve kültürel bir mekanizma hâline dönüştüğü söylenebilir.

Türkiye’de ise 1948’de Marshall yardımları ile 1980’de “24 Ocak Kararları” sonucunda kabul edilen liberalleşme politikaları, köyden kente ve yurttan yurt dışına göçler, ülkeye yabancı yatırımcıların gelmesi ve genişleme sonucunda pek çok Batılı ürün bilinir ve ulaşılabilir hale gelmiştir. Bu sosyoekonomik gelişmeler sonucunda kitlesel tüketimin Türkiye’de de giderek yaygınlaştığı söylenebilir. Zamanla tüm toplumda tüketim algısında bir değişim yaşanmaya başlamış ve insanların satın alma gücü giderek arttıkça tabiri caizse bir “tüketim devrimi” yaşanmış ve toplumda “kitlesel tüketim” hâkim olmuştur. Böylece kitlesel tüketimin yaygınlaşmasıyla süreç içerisinde toplumsal sınıflar oluşmaya başlamış ve bu sınıflar arasında tüketim farklılıkları oluşmaya başlamıştır.

Görüldüğü gibi tüketim olgusu farklı farklı toplumlarda farklı zamanlarda yaşanan toplumsal, politik, dini/kültürel, endüstriyel ya da teknolojik pek çok değişim ve ilerlemelerin etkisiyle ile pek çok değişime uğramıştır. Bugün anladığımız anlamdaki tüketim, özellikle kapitalizmin ve postmodern düşüncülerin etkisiyle şekillenmiş durumdadır. Şüphesiz ki kitlesel üretim ve kitlesel tüketime geçişin ve tüketim algısında yaşanan dönüşümün ekonomik anlamda avantajları da dezavantajları da vardır. Ancak burada herkesin bir durup düşünmesi gereken husus avantajlarının mı yoksa dezavantajlarının mı daha fazla olduğudur. Sorgulamaksızın ve hesapsızca yapılan tüketim faaliyetlerinin sonucunda ne gibi tablolar ile karşılaşılabileceği üzerine düşünülmesi gereken kritik bir meseledir. Evet birileri tüketim faaliyetinde bulunduğunda bir yandan başka birileri de kazanç sağlıyor. Fakat bu tek bir avantaj; bunun yanında başka avantajlar ve faydaların olup olmadığını bir sorgulayıp öz kontrolü elden bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. “Yalnızca tüketmek için yapılan tüketimlerin acaba üretim hacmine, kalkınmaya, tasarruflara ne ölçüde ve ne yönde etkisi var?” Ya da “İhtiyaçların karşılanmasını kat be kat aşan harcamaların ekolojik dengeye, iklim krizlerine, enerji krizlerine ne kadar olumsuz etkisi var?” Bu sorular üzerine sıkça düşünüp tüketim eylemlerini daima kontrollü, bilinçli ve farkındalık içinde sürdürmenin hem bireysel tatmin ve mutluluk hem de toplumsal refah için önemli olumlu etkileri olacağı kanaatindeyim. “Tüketmek için tüketmek” insanın bencil olduğunu varsayan yaklaşımlar için doğal ve sorunsuz olabilir hatta ekonomik avantajları öne çıkarılarak manipüle ediliyor olabilir. Fakat insanın bencil değil, elbette zaman zaman kendini öncelediği durumlar olsa dahi, diğerkâm (başkalarının düşünen), paydaş, emanetçi olduğunu varsayan yaklaşımlar için amaçsız, hesapsız ve dengeden uzak bir tüketim kabul edilemez. Bugün gelinen noktada etrafımızı saran krizler çağındayız: çevre krizi, ekonomik kriz, iklim krizi, enerji krizi.. Tüm bunların tam ortasında da tüm bu krizlerin nesnesi olarak insanlar var. İşte insana düşen şey bu krizlerin neden çıktığını bir sorgulamak. Bu dünyadaki tüm maddeyi, her varlığı, her türlü kaynağı, emeği, hizmeti, hatta vakti nasıl, ne kadar, niçin kullanacağını düşünmek insan için bir yükümlülük olmalı. Tüketmek için tüketmek yerine adil, amaçlı, kontrollü, hesaplı ve dengeli bir tüketim anlayışının olumlu bir dönüşüm sağlayacağına inanıyorum. Yeter ki yapılan tüketim eylemleri üzerine düşünülsün: “Düşünüyorum, öyleyse ne yapmalıyım?”

Esma Vatandaş

Maruf Vakfı İslam Ekonomisi Enstitüsü Araştırmacısı

 

 


*  Yazarların görüşleri kendilerini bağlar.

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun