Anasayfa Köşe Yazıları Dar Koridor’un İslam’a Bakış Açısı

Dar Koridor’un İslam’a Bakış Açısı

by

Dar Koridor’un İslam’a Bakış Açısı adlı eser, Şükrü Çağrı Çelik tarafından değerlendirildi

Dar Koridor Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği kitabı, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)’nde görev yapan Daron Acemoğlu ile Chicago Üniversitesi’nde çalışan James A. Robinson tarafından 2019 yılında kaleme alınmıştır. Eser yayınlandıktan kısa bir süre sonra akademide büyük ilgi uyandırmıştır. İkilinin 2012 yılında yayınladıkları Ulusların Düşüşü isimli önemli bir çalışması daha vardır. Ulusların Düşüşü; disiplinler arası özelliği ve özgün niteliği ile alanında önde gelen eserlerden biri olmuştur. Dar Koridor kitabı da Ulusların Düşüşü kitabını tamamlayıcı nitelikte, siyasi ve iktisadi olaylara kurumsal bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır.

Değerlendirmemize konu olan kitabın en temel hipotezi, dar koridor (narrow corridor) terimi üzerine inşa edilmiştir. Özgürlükler açısından ülkeler üçe ayrılabilir. Buna göre bir tarafta çok güçlü ve otokratik devletler yer alırken, diğer taraftan devletin güçsüz olduğu, toplumun ve toplum içindeki belirli grupların güçlü ülkeler yer almaktadır. Bu iki uç durumun dengelendiği yer ise dar koridordur. Dar koridor, güçlü devletler ile güçlü toplumlar arasında kalan ideal bölgedir.

Koridorun bir yanında devletin mutlak gücü söz konusudur. Böyle bir ortamda toplum yeteri kadar özgür olamamakta, kişisel hak ve özgürlükler ihlal edilmektedir. Despotik devletin olduğu toplumların ekonomik gelişimi de sekteye uğramaktadır. Bu durumun yaşandığı toplumlarda devlet; sınırsız güce sahip Leviathan canavarı ile sembolize edilmiştir (Despotik Leviathan). Tam tersine eğer devlet çok güçsüz ve toplum çok güçlü konumdaysa toplumun sınırsız özgürlüğü, devletin otoritesini gölgeler ve anarşi baş gösterir. Devletin olmadığı durum ise Namevcut Leviathan (Absent Leviathan) olarak isimlendirilmiştir. Bu koşullarda toplum normlar kafesi (the cage of norms) ile yönetilir. Devletin ya da devlet otoritesinin yaygın olmadığı toplumlarda sosyal düzen normlar aracılığıyla kurulur. Normlar toplumsal düzeni koruyabilir, savaşların önüne geçebilir. Fakat bir süre sonra toplumun ileri gelenleri bu düzende önemli ölçüde güç kazanır (Acemoğlu ve Robinson, 2020, s. 43). Zamanla bu gücü kötüye kullanma eğilimine girerler.

Dar koridorda sınırsız güce sahip Leviathan Devlet’in toplum tarafından kontrol altına alınması amaçlanır. Devlet burada yasaları uygulayan, anarşiye engel olan aynı zamanda da denetim altına alınmış (prangalanmış) bir haldedir (Acemoğlu ve Robinson, 2020, s. 45).

Dar koridor kitapta aşağıdaki şekildeki gibi görselleştirilmiştir. Dikey eksende devletin gücü, yatay eksende ise toplumun gücü yer almaktadır. Dar koridor ise Leviathan’ın prangalandığı ve dengenin sağlandığı bölgedir.

Fakat toplumun dar koridorda ilerlemesi bir hayli zordur. Bu yüzden bu koridor “dar” sıfatıyla nitelendirilmiştir. Bir ülkenin özgürlüğünü koruyabilmesi için dar koridora girmesi yetmez aynı zamanda burada kalması gerekmektedir. Çünkü ülkeler zamanla koridorun dışına çıkmaya meyillidirler. Ancak vatandaşların bu koridordan çıkmaya yönelik girişimlere direnç göstermesiyle koridorda kalmak mümkün olmaktadır. “Sadece mevcut konumun korunması için bile sürekli koşulması gereken durumdur”, “Özgürlük; siyasete katılan, gerektiğinde protesto eden ve gerekirse hükümeti seçimle düşürebilen hareketli bir topluma ihtiyaç duyar” (Acemoğlu ve Robinson, 2020, s. 15, 63).

Yazarlar Antik Yunan’dan günümüze birçok tarihsel olayın perspektifinde, “dar koridor” hipotezlerini kanıtlamaya çalışmıştır. İncelenen toplumlar arasında Müslüman ülkeler de yer almaktadır. İlk olarak Hz. Muhammed dönemi ile başlamıştır. Bu yazının da temel amacı, Hz. Muhammed dönemi sonrasında oluşan kurumsal yapıya dair kitapta yapılan yorumlara yönelik bir değerlendirme yapmaktır.

Kitapta İslam Devleti’ne dair yapılan değerlendirmeler “Güç İstenci” (Will to Power) isimli bölüm ile başlamıştır. Hz. Muhammed’in hayatından kesitler sunan bu bölümde, İslamiyet öncesinde Mekke ve Medine şehirlerinde devlet otoritesinin olmadığı vurgulanmıştır. Aynı zamanda Medine Sözleşmesi ile kurulan İslam Devleti’nin gelişiminden bu bölümde bahsedilmiştir.

Yazarlar Hz. Muhammed döneminde kurulan yeni devleti; bakir devlet formasyonu (pristine state formation) olarak tanımlamıştır. Bu devlet formasyonu, sıfırdan merkezî olarak kurulmakta ve devlet hiyerarşisi yaratmaktadır. Güç istenci ile beraber devletsiz toplumlarda sosyal düzeni sağlayan normların bertaraf edilmesi amaçlanmaktadır. Yazarlara göre “güç istenci” belirli bir süre sonra devletlerin baskın bir Leviathan’a dönüşmesine yardımcı olmaktadır (Acemoğlu ve Robinson, 2020, s. 104, 105). Yazarlar;  Hz. Muhammed’in dinden aldığı güç sayesinde iktidarını güçlendirdiğini, dinî otoritesini kullanarak toplumda reformlar yaptığını, evlilik ve miras hükümlerini değiştirdiğini, gayrimüslimler için ek vergiler koyduğunu (Acemoğlu ve Robinson, 2020, ss. 102-103) ifade etmişlerdir. Bu açıdan toplum yeniden yapılandırılmıştır. Böylelikle yazarlar göre Müslüman toplumlar; “kaygan zemine” adım atmıştır ve bugün Orta Doğu ülkelerinin yaşadığı istikrarsızlıklar, huzursuzluklar ve hak ihlallerinin kökeni de burada yatmaktadır[1]. Kitapta İslam Devleti tarihi, despotik olarak tanımlanmıştır.

Maalesef yazarların İslam’a bakış açıları gerçeği yansıtmamaktadır. Yazarların böyle derinlikte bir kitap yazmış olmalarına rağmen, sahip oldukları dünya görüşlerinin ve önyargılarının objektif bir değerlendirmenin önüne geçtiği yorumu yapılabilir. İlk olarak yaklaşık 1400 yıllık Müslüman toplumların yönetim anlayışlarını tek bir “İslam Devleti”ne indirgemek hatalı bir yaklaşımdır. Tarihte birçok Müslüman devlet kurulmuş ve İslam halifeliği farklı coğrafyalardan çeşitli hanedanlıklara geçmiş ya da çeşitli devletlerin himayesi altına alınmıştır. Her bir devlet, dönemin koşullarına göre farklı yönetim anlayışına sahip olmuştur. Kimi örneklerde yönetimler mutlakiyetçi kimi örneklerde ise daha demokratik eğilimler göstermiştir (kararların şura meclislerinde alındığı durumlardaki gibi). Bunun yanında birçoklarına göre Medine Sözleşmesi, “toplum sözleşmesi”nin ilk örnekleri arasındadır.

Bunun yanında Hz. Muhammed döneminde inşa edilen devletin, “kaygan zemin” oluşturduğunu ve zamanla bu İslam devletinin otoriter olduğu eleştirisinde bulunulmuştur. Hz. Peygamber’in ilahi temeli olan bazı hükümleri koyması, otoriterleşme eğilimi olarak görülmüştür (örneğin miras ile ilgili).  Buna karşın Hz. Peygamber’in Allah’ın elçisi olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada verdiği hükümlerin arasında miras hükümleri gibi uygulamaların ilahi nitelikte olduğu ve kendisine gelen vahiylere göre hareket ettiği bilinmektedir. Hz. Muhammed otoriter olmak bir yana tam tersi birçok konuda devlet başkanı olarak ashabıyla istişare etmiş, onlara karşı şefkatli davranmıştır.[2] Bedir Savaşı’nda ordunun konumlanacağı yerin seçimi, Hendek Savaşı’nda hendek kazılması, Uhud Savaşı’nın savunma değil hücum stratejisiyle yapılması (kimi zaman kendi düşüncesinin aksine bile olsa) hep istişare sonucudur. Bu uygulamaların dört halife devrinde de devam edildiği görülmektedir. Örneğin; Hz. Ömer döneminde şura/istişare meclisi kurulmuştur. Yine Hz. Ömer döneminde Cuma hutbesinin verildiği sırada, müminlerden bir tanesinin devlet başkanı Hz. Ömer’den savaş ganimetlerinin hesabını sorabilmesi bu iddiamızı güçlendirmektedir. Sonuç olarak bugün Müslüman ülkelerde temel hak ve özgürlüklerde yaşanan sıkıntıların Hz. Muhammed döneminde oluşan kurumsal yapıyla bağdaştırmak hatalı bir yorumdur.

Son olarak dikkat çeken bir başka husus ise, dar koridorun içinde gösterilen kimi ülkelerin (ABD ve İngiltere gibi) başka ülkelerde gerçekleştirdiği sömürge faaliyetlerinin ya da ülkelerin iç siyasetlerine müdahalesinin kitapta yeteri kadar yer almamasıdır. Bu noktada emperyalist ülkelerin aralarında Müslüman ülkelerin de yer aldığı ülkelere götürdüğü sözde “demokrasi” ve bu ülkelerdeki açık ve gizliden çıkarılan karışıklıklardaki payları kitapta hiç yer almamıştır. Bu noktada bugün Müslüman coğrafyada yaşanan birçok istikrarsızlığın ya da “kaygan zeminin” kökenin İslam’ın kurumsal yapısından kaynaklanmadığı, emperyalist ülkelerin bölgede oluşturduğu kaos ve yerel diktatörlerle yaptığı işbirliği olduğu söylenebilir. Bunun yanında geçmişten günümüze bazı Müslümanların da eleştirilere konu olan hatalarının olduğu ve İslami hassasiyetlerden uzaklaştığı bilinmektedir. Fakat ne olursa olsun kişilerin ve toplumların hataları, İslam’ın kurumsal yapısına mâl edilemez.

Dipnot

[1] Kitapta yer alan bazı cümleler: “Medineliler kendi ihtilaflarını çözmek için daha fazla merkezi otoriteye sahip olmuşlardı. Ama böyle yaparak da devlet oluşum sürecini başlatıp kaygan zemine giriş yapmışlardı. Bu kaygan zeminden hiçbir zaman çıkamadılar” (Acemoğlu ve Robinson, 2020, s. 104). “Hz. Muhammed ve Şeverdnadze, ihtilafları çözmeleri için göreve dışardan getirilen aktörlerdi. Bu görevlerini başarıyla yaparak daha iyi bir düzen ve barış ortamı yarattılar. Ayrıca ihtilaflarını çözmek adına daha güçlü bir yapı oluşturdular. Ne var ki başlangıçtaki müttefiklerinin aksine, onları denetim altında tutmak giderek zorlaştı” (Acemoğlu ve Robinson, 2020, s. 120).

[2] Kur’an-ı Kerim’de (Âl-i İmran, 3:159) bu duruma dikkat çekilmiştir.

[3] Kur’an-ı Kerim’de (Âl-i İmran, 3:159) bu duruma dikkat çekilmiştir.

Kaynakça

Acemoğlu, D. ve Robinson, J. A. (2020). Dar koridor devletler, toplumlar ve özgürlüğün geleceği. Y. Taşkın (Çev.). İstanbul: Doğan Kitap.

Benzer Yazılar

1 Yorum

Eyyüp Yakup 16 Şubat 2022 - 19:56

Ulusların Düşüşü kitabında da dini görüşlerden kaynaklı bir yozlaşma olduğu vurgusu yapılmıştı diye hatırlıyorum. Uzun seneler boyunca araştırma yapıp böyle bir sonuca ulaşıyor olmaları kendileri adına çok üzücü bir durum gerçekten.

Cevapla

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun