Şükrü Çağrı Çelik
İslam İktisadı’na Yapılan Bir Eleştiriye Karşı Bir Değerlendirme[1]
Eleştiri (tenkit, İngilizce critic) ve eleştirel düşünce bilimsel ilerleme için önemli kavramlardır. Eleştiri yalnızca olumsuz anlamlı yapılan bir geri bildirim değil birçok açıdan değerlendirmeyi temsil eden bir kavramdır. Günlük hayatta, okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde, akademide vb., karşılaştığımız konu ve meselelere eleştirel bakmak, anlatılanları akıl süzgecinden geçirmek, her söyleneni doğru kabul etmemek önemlidir. Zaten “aklı kullanma” Kur’an-ı Kerim’de de bizlere tavsiye edilen bir davranış biçimidir. Aklın kullanıldığı yerde farklı düşünceler meydana gelebilir. Farklı düşünceler, beyin fırtınaları, fikir çatışmaları bizleri daha da geliştirecek hususlardır. Bilimin ilerlemesinde de bu yöntemin önemli olduğu söylenebilir. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilafında hayır/rahmet vardır” hadisi, tefrikaya düşmemek ve parçalara ayrılmamak kaydıyla bizler için önemli bir referans noktası teşkil etmektedir.
Birçok farklı alan ya da konuda olduğu gibi İslam İktisadı hakkında da Müslüman ya da gayri Müslüm kesimlerden farklı yorumlar, olumlu-olumsuz eleştiriler yapılmaktadır. İslam İktisadını “Allah’ın koyduğu kurallara uygun bir ekonomik düzen arayışı” olarak tanımlarsak, bu noktada farklı yorumların olması kaçınılmazdır. İslam İktisadına yapılan eleştirilerde de önemli olan belirli bir eleştiri usulünün ve yapılan eleştirilerde ölçülülük ve tutarlılığın var olabilmesidir.
Buraya kadar olumsuz eleştirilere ve fikir ayrılıklarına karşı görüşümü açıklamaya çalıştım. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de uzun yıllardır faaliyette bulunan saygın akademik bir dergide yayınlanan bir eleştiri yazısına denk geldim. Şu an hala bir üniversitede akademisyen olarak çalışan bir hocamız, araştırma görevlisi iken yayınladığı yazısında, İLKE&İLEM tarafından düzenlenen 4. İslam İktisadı Atölyesi’nin sonuç bildirgesindeki “Dünyada sosyal adaletin tesisi Müslümanlar için kaçınılmaz ve ertelenemez bir vazifedir.” maddesi üzerindeki rahatsızlığını dile getirmiş ve yazısını bu maddeye göre inşa etmiştir. Ben de bu eleştiri yazısı hakkında birkaç yorum yapmak isterim. Hocamızın ismini burada açıklamayacağım. Çünkü önemli olan kişiler değil fikirlerdir. Aşağıda madde madde ilgili yazıdan kesitler aldım ve ardından naçizane birkaç yorumda bulundum.
Hocamızın yazısının çıkış noktası, İslam İktisadı adına yayımlanan bir bildirgede “sosyal adalet” teriminin kullanılamayacağı hipotezidir. Sosyal Adalet tanımını da Rawls’a göre yapmıştır. Buna göre: Sosyal Adalet;
- “Toplumda her bireyin hak ve sorumlulukları ile birlikte toplumsal zenginlik üzerinden kendisine düşen kazanç̧ ve maliyetin devlet tarafından belirlendiği sosyoekonomik sistem”anlamına gelir.
Yazar sosyal adalet anlayışının neticesinde, uygulamada sosyal refah devletlerinin oluştuğunu ve yine aynı şekilde Sovyetler Birliği’nde yaşanan milyonlarca insanın katledilmesinin yine bu sınıf çatışmaları ve sosyal refah anlayışından kaynaklandığını dile getirmiştir.
Bu hususa cevaben ilk olarak sosyal adaletin birçok farklı tanımının söz konusu olduğunu dile getirebilirim. Sosyal adalet; yalnızca “kazanç ve maliyetlerin devlet tarafından belirlendiği bir sistem” olarak alınmamaktadır. Bildiride de bu anlamda bir tanım yapıldığını düşünmüyorum. Ayrıca sosyal adalet istemenin, yalnızca Refah Devleti ile hatta daha da ötesinde Sovyetler Birliği’nin uyguladığı bir Komünist Devlet anlayışı ile nasıl bağdaştırdığını doğrusu anlayamadım. İslam İktisadı ile ilgilenen birçok kişinin sistemi kapitalizm ya da sosyalizmin dışında bir yere konumlandırmak istediği çok açıktır. İslam İktisadında pazar ekonomisinin tahsisi, mülkiyet hakkı ve girişimci özgürlüğünün sağlanması gibi ilkelerin yer alması onu kapitalist yapmayacağı gibi, aynı şekilde sosyal adalet arayışı da disiplini sosyalist ya da komünist yapmayacaktır. Eleştiri yazısındaki bir diğer husus aşağıdadır:
- “Gelir eşitliği konusunda en iyi durumda olan ilk 10 ülke içerisinde 9, ilk 20 ülke içerisinde de 15 ülke Avrupa kıtasında yer almaktadır. Avrupa’nın bugün dünyanın en zengin ve gelir dağılımı açısından en eşitlikçi bölge olmasının nedeni Avrupalıların daha dindar, ahlâklı, akıllı, eşitlikçi, vs. olması değildir. Avrupa’da siyasî kültürün daha bireyci ve özgürlükçü olması, devletlerin diğer devletlere kıyasla daha sınırlı olması ve ekonomiye daha az müdahale etmesidir.”
- “Tüm bu örnekler zenginliğin de eşitliğin de kaynağının daima iktisadî özgürlük; yani özel mülkiyet, gönüllü mübadele ve sınırlı devlet ilkelerine dayalı serbest piyasa sistemi olduğunu kanıtlamaktadır. Bu Allah’ın bir kuralı, bir tabiat ayetidir.”
Paragrafta gelir dağılımında adaletin çoğunlukla Avrupa’da olduğu vurgulanmıştır. Acaba bu durum bireysel özgürlüklerden mi yoksa Avrupa’da uzun yıllar uygulanan Sosyal Refah Devleti’nden mi kaynaklanmaktadır? Bu sorunun üzerinde düşünülmesi gerekmektedir, zira ben yazardan farklı düşünmekteyim. Bizce gelir dağılımında adaletsizliğin düşük olması özgürlükçü bireylerden ziyade sosyal refah devletinden kaynaklanmaktadır. Liberal doktrine ters bir biçimde devletin ekonomi içindeki payının yüksek olduğu, alınan vergilerin milli gelir içinde %50’lere ulaştığı ve milli gelirde de yüksek ortalamaların sağlandığı İskandinav ülkelerinde uygulanan ekonomik ilkeler Sosyal Demokrat Refah Devleti türü olarak sınıflandırılmaktadır. Burada amacımız Sosyal Refah Devletlerini övmekten ziyade yazarın hipotezini tersten de kurabileceğini göstermektir. Sosyal Refah Devletleri’nin de tarihsel süreç içinde kendi içinde de birçok problemi elbette olagelmiştir.
Bir diğer tartışmalı kısım aşağıdadır:
- İslam dininde yöneticilerin, vatandaşlardan zekât dışında bir vergi almasına izin veren ayet, hadis nerededir? Allah’ın elçisi Hz.Muhammed’in birilerinden zekât dışında zorla aldığı bir vergi var mıdır?
Hz. Peygamber döneminde Medine’de kurulan İslam Devleti’nin ilk yıllarında çok az insanın bu devletin üyesi olduğu bilinmektedir. Bunun yanında özellikle 18. yüzyıldan sonra teknolojik gelişimin artması, daha büyük maliyetli kamusal malların ihtiyacının olduğu da bir gerçektir. Örneğin o dönem Medine’de kurulan topraklarda füze savunma sistemi ihtiyacı yer almamaktadır. Günümüzde devletin görev ve sorumluluklarında ciddi değişimler söz konusu olmuştur. O dönemde zekât dışında gelir tahsil edilmemesi hem nüfusun az olması hem de dönemin devlet anlayışının günümüz devlet pratiklerinden çok uzakta olmasından kaynaklanmaktadır. Birlikte yaşamanın ve toplumsal huzurun temini için artan ortak giderler için devletin meşruiyeti (en doğrusunu Allah bilir) bizce kaçınılmazdır. Bu noktada zekât dışında vergi toplanması hususunda Kur’an ya da Sünnetlerde ilahi bir emir olmasa da bu durum yasaklanmamıştır da. Örneğin Hz. Muhammed ve Hz. Ömer döneminde bir çeşit gümrük vergisi alındığı bilinmektedir[1]. Günümüzde de devletin artan görev ve sorumlulukları için zekât dışında vergilerin alınması kamusal harcamaların vatandaşlarca ortak olarak karşılanmasından kaynaklıdır. Vergilerin çok olması, ekonomide bozucu etkilerin olması ya da devletin ekonomiye müdahale etmesi gibi hususların eleştirilmesi başka, verginin tamamen İslam’a aykırı olduğunu ifade etmek başkadır.
Yazının ilerleyen kısmında tekrardan 4. İslam İktisadı Sonuç bildirgesi üzerinde durulmuştur. Buna göre aşağıdaki cümlelere yer verilmiştir:
- “Esasen bu bildirgedeki “İslamî” kelimesinin geçtiği her yere “sosyalist” veya “komünist”, “zekât” ve “sadaka” kelimelerinin geçtiği yerlere de “vergi” ve “bağış” kelimeleri konacak olsa Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Pol Pot, Fidel Castro ve Che Guavera’nın “yetmez ama evet” diyerek imzalamış olmayı isteyeceği bir bildirge elde etmiş olursunuz. Tıpkı bu bildirgenin yazarları gibi bu iddiaları sözleri ve yazılarıyla destekleyen İslam hukukçularının tedrisatı altında yetişen IŞİD gibi radikal örgütler de bu nedenle devrimci önderlerinin adımlarını birebir takip ediyor ve onların yaptığı şeyin şekil açısından farklı ama muhteva açısından aynısını yapmaya çalışıyorlar. Bu düşünce ve pratik 1900’lü yılların başından itibaren Müslüman dünyasına bir kara bulut gibi çöken ihya (diriliş) hareketleri ve köktendincilik dalgası içerisinde İslamî bir sosa batırılarak kitlelere ikram ediliyor ve ne yazık ki sayısız idealist Müslüman, Allah’ın kendilerinden bunu istediğini zannederek hayatını lüzumsuz kavgalar ve beyhude mücadelelerle heba ediyor.”
Bu paragrafta da sosyal adalet istemenin, sosyalizmle bağdaştırılması hatta daha da ileriye giderek IŞİD ile karşılaştırılması üzücü ve akademik etiğe sığmayan bir yaklaşımdır. Bir eleştiri yaparken, kelimeler üzerinden marjinal anlamlar çıkarmak ve olayları farklı boyutlara çekmek bizce doğru bir yaklaşım değildir. Bunun yerine münasip eleştiri üslubu, şu gibi soruların incelenmesi/tetkiki ile yapılabilirdi; kullanılan kavramlar gerçekten kendilerine eş tutulan şeylerde tam karşılık bulmakta mıdır? Aralarında ontolojik olandan başlamak üzere hiçbir fark bulunmamakta mıdır?
Son olarak da İslam’ın haram kıldığı hususlarda devletin üzerine düşenler hakkında da bir yorum söz konusudur.
Sempozyumun sonuç bildirgesinde faiz ile mücadele hususunun yer alması sebebiyle aşağıdaki ifadelere yer verilmiştir.
- İki tarafın karşılıklı rıza ile faizli bir borç akdini kabul etmesinde İslam’ın kamu otoritesine yüklediği bir görev yoktur. Faizin haram olması bildirge sahiplerinin bu haramın hikmetlerine dair yorumlarını (sömürü, sosyal adaletsizlik, vs.) haklı kılmaya yetmez. Nitekim bir eylemin dinen haram olmasının gerekçesi hukukî olmak zorunda değildir. Allah’ın bir eylemi haram kılmasının gerekçesi çok boyutlu olabilir. Faizciliğin iktisadî, ahlâkî, sosyolojik, psikolojik, vs. olumsuz yönleri olabilir. Fakat bunların hiçbiri onun kamu gücü kullanılarak ortadan kaldırılmasına gerekçe olamaz. Hiç kimse güç ve zorlamayla Müslüman yapılamayacağı gibi Müslüman gibi davranmaya da zorlanamaz. Bu Kuran’a ve Peygamberin uygulamasına aykırıdır. Kaynaklar, Peygamberin döneminde faizle iştigal edenlere uygulanmış bir cezadan bahsetmez. Kuran’da faizi haram kılan ayetlerin üslubu da faizin bir suç olmadığını, faizli akitlerin hukukî sonuç doğuran akitler olduğunu göstermektedir”
- “İslam hukukçularının temel hatası İslam’ın haram kıldığı şey ve eylemlerin, kanunen yasadışı ilan edilmesi gereken şey ve eylemler olduğunu zannetmeleridir.”
- “Sonuç olarak İslam iktisadı alanında çalışan İslam hukukçularının devlet, hukuk, adalet, suç, yasak, vb. siyasal/hukukî terimleri kullanmaktan derhal vazgeçmesi kaçınılmaz ve ertelenemez bir vazifedir. İslam hukukçuları, Allah’ın muradına uyan yöntemi kullanmak istiyorlarsa arzu ettikleri ve doğru olduğuna inandıkları iktisadî yaşamı güce, otoriteye, yani devlete yönelmeden gerçekleştirmeyi hedeflemelidirler.”
Kimsenin zorla Müslüman yapılamayacağı konusunda Kur’an zaten net bir duruş sergilemektedir. Dinen yasaklanan hususların günlük yaşamda suç sayılıp sayılamayacağı hususundaki görüşlerini de alanın uzmanlarına bırakıyorum. Fakat bu noktada faizin karşılıklı rıza bile olsa, yalnızca kişinin bireysel olarak yaptığı bir işlem değil, karşılığında toplumsal olumsuz sonuçları ortaya çıkaran bir husus olduğunu düşünüyorum. Bundan da ziyade yine de faizle ya da haramlarla mücadelenin yalnızca suç ya da yasak yolu ile çözüleceğini de düşünmüyorum. Ayrıca bildiride sözü edilen devletin faizin ortadan kaldırılmasına yönelik çabaların, yalnızca yasak koymayı kastettiğini de zannetmiyorum. Nitekim bu amaç uğruna devletin başka yöntemleri olabilir. Örneğin paranın piyasaya sürülmesinde, ya da kamu borçlarında faizin ortadan kaldırılması da devletin faizi kaldırmak için giriştiği bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak yazının başında da ifade ettiğim gibi İslam İktisadına yönelik Müslümanların farklı düşüncelerinin olması, ihtilafların yaşanması gayet doğaldır. Burada önemli olan, bu görüşlerde ideolojik düşüncelerin yansıtılmamasıdır. Dünya görüşümüz, ontolojik ve epistemolojik varsayımlarımız yaptığımız çalışmalara yansımaktadır. Bunlar gayet doğaldır. Fakat yine de mümkün olduğunca yapılan çalışmalarda ideolojik fikirler bir kenara bırakılmalıdır. Liberal ve sosyalist düşüncelerin etkisinde inşa edilecek bir İslam İktisadı, İslam’ın evrensel mesajına aykırı hareket etmiş olacaktır. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.
[1] Ayrıntılı bilgi için: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Vergi maddesi, https://islamansiklopedisi.org.tr/vergi
[1] Bu yazı için değerli görüşlerini benimle paylaşan Zeyneb Hafsa Hocama saygılarımı ve şükranlarımı sunarım.