Dr. Necmettin Acar((Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır))
Bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımayan yabancı şirketlerin 2024 yılından itibaren kamu ihalelerine giremeyeceklerinin ilan edilmesiyle, Suudi Arabistan ile BAE arasında siyasi alanda devam eden rekabeti ekonomi alanına taşımış oldu.
Suudi Arabistan yönetiminin Şubat ayı başlarında bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımayan yabancı şirketlerin 2024 yılından itibaren kamu ihalelerine giremeyeceklerini ilan etmesiyle, Körfez bölgesinin iki müttefiki olan Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında bir süredir siyasi alanda devam eden rekabet ekonomi alanına taşınmış oldu. “Program HQ” olarak ifade edilen bu yeni politika, her ne kadar büyük şirketlerin çoğunlukla bölgesel merkez olarak kullandıkları BAE’yi hedef almış olsa da, bölgesel merkezlerini değişik gerekçelerle Suudi Arabistan’a taşımak istemeyen büyük şirketleri de bir panik havasına sokmuşa benziyor.
Büyük şirketlerin bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımalarının önündeki en önemli engel, Suudi Arabistan’ın son dönemde yöneldiği iddialı ve maceracı dış politikanın ülkede yol açtığı güvenlik sorunları.
Orta Doğu, Afrika ve Güney Asya gibi epey geniş bir bölgede iş yapan büyük şirketlerin bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımalarını sağlamak, ülkeyi küresel finans ve ticaret merkezi yapabilecek etkili bir politika olarak yorumlanabilir. Zaten Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın 2016 yılında ilan ettiği Vizyon 2030’un hedeflerinden biri de ülkeyi bölgesel, hatta küresel bir finans ve ticaret merkezi haline getirmekti. Fakat Suudi Arabistan’ın sosyoekonomik yapısı, karşı karşıya olduğu güvenlik sorunları ve ülkedeki politik sistem Muhammed bin Selman’ın “Program HQ” ile hedeflediği başarıların önündeki en önemli engel olarak duruyor. Ancak bu programın başarı sağlaması durumunda, BAE’nin bölgesel finans ve ticaretteki avantajlarının önemli ölçüde ortadan kalkabileceğini ve bölgesel ticaret ve finansın yeni ağırlık merkezinin Riyad olabileceği söylenebilir.
Büyük şirketlerin bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımalarının önündeki en önemli engellerden sonuncusu fakat en önemlisini ise muhafazakâr Suudi hayat tarzı ve ülkede İslam dışı hayat tarzını kısıtlayan yasal ve kültürel koşullar oluşturuyor.
“Dubai Modeli” ve “Vizyon 2030” rekabeti
Dubai Ticaret ve Sanayi Odası başkanı Mecid Seyf el-Gureyre Program HQ açıklandığında “Birinin bizimle rekabet ettiğini duyduğumuzda, bu bizim iyi iş çıkardığımızı gösterir. Hepimiz ekonomilerimizi canlandırmaya çalışmalıyız. Suudi Arabistan bir değişim sürecine girdi ve ekonomik büyümesi hepimiz için fayda sağlayacaktır” şeklinde bir açıklama yapsa da Program HQ’nun BAE’yi hedef aldığı açık. Çünkü Dubai hâlihazırda sadece Ortadoğu’da değil, Afrika ve Güney Asya bölgesinde iş yapan büyük şirketlerin de bölgesel merkezlerinin bulunduğu bir “ekonomik başkent”.
Suudi ekonomi yönetiminin önemli vergi teşvikleri ve Suudi işçi kotasından istisna tutulma gibi büyük ekonomik avantajlar sunmasına rağmen, geçtiğimiz yıl sadece 24 büyük şirketin bölgesel merkezini Suudi Arabistan’a taşımaya ikna olması Riyad’da hayal kırıklığına yol açmıştı. Çünkü Suudiler bu süreçte yüz civarında şirketin bölgesel merkezini ülkeye taşımasını bekliyordu. Program HQ ile Suudiler, ekonomik avantajlarla elde edemedikleri sonuçları “büyük şirketleri Suudi piyasasından silme” tehdidiyle elde etmeye çalışıyorlar. Muhammed bin Selman’ın büyük şirketlere yönelttiği tehdit “New York’un 5. caddesinde tek bir Mercedes kalmayıncaya kadar onlarla mücadele edeceğim” diyen eski ABD Başkanı Donald Trump’ın Alman oto üreticilerine yönelik tehdidini hatırlatıyor. Anlaşılan o ki Washington’da sona eren Trumpizm Riyad’da hâlâ devam ediyor.
Bölgede son dönemde olup bitenleri Dubai Modeli ile Vizyon 2030’un rekabeti olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. BAE 1990’lı yıllardan itibaren yakaladığı ekonomik büyüme ivmesini büyük oranda küresel piyasalarla sağladığı entegrasyona, küresel ekonomi nezdinde oluşturduğu güven iklimine, ülkede yatırım yapmak isteyen yabancı firmalara gösterdiği kolaylığa ve İslam dışı hayat tarzına gösterdiği “müsamahaya” borçlu. Genel olarak “rantçı ekonomiler” olarak tanımlanan hidrokarbon ihracatçısı Körfez ekonomileri arasında en planlı ve sürdürülebilir ekonomiye sahip olan BAE’nin yakaladığı bu ivme, ekonomi literatüründe uzun süre “Dubai Modeli” kavramıyla ifade edildi. Ülkeye akan doğrudan yabancı yatırımlar ve geniş bir coğrafyada iş yapan büyük şirketlerin bölgesel merkezlerinin BAE’ye konuşlanmış olması, büyük oranda sayılan unsurların bir sonucu. Yapılan araştırmaya göre, Fortune’nun açıkladığı dünyanın en büyük 500 şirketinden 45’inin bölgesel merkezi BAE’de bulunuyor. İşin şaşılacak tarafı, bölgenin en büyük ekonomisi olan ve son dönemde çok büyük yatırım bütçeleri açıklayan Suudi Arabistan’da büyük ölçekli kamu ihalelerine giren büyük şirketler bile bölgesel merkezlerini BAE’de tutmaya devam ediyor. Her sabah değişik ulaşım vasıtalarıyla Suudi Arabistan’a gelen çok sayıda üst düzey yönetici, günün sonunda evlerinin bulunduğu BAE ve Bahreyn gibi ülkelere geri dönüyor.
Program HQ’nun önündeki zorluklar
Her ne kadar Muhammed bin Selman ekonomik avantajları ve birtakım yasal zorlukları (havuç-sopa stratejisi) kullanarak büyük şirketleri bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımaya zorlasa da, bu politikanın başarı şansını azaltan çok sayıda etken bulunuyor.
Büyük şirketlerin bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımalarının önündeki en önemli engel, Suudi Arabistan’ın son dönemde yöneldiği iddialı ve maceracı dış politikanın ülkede yol açtığı güvenlik sorunları. Özellikle son yıllarda ülkenin büyük şehirlerine, liman, havaalanı ve petrol üretim-iletim hatları gibi kritik tesislerine yönelik Yemen ve İran kaynaklı balistik füze ve insansız hava araçlarıyla düzenlenen saldırılar, ülkeye yatırım yapmak ve bölgesel merkezlerini taşımak isteyen şirketler için önemli bir tedirginlik kaynağı olacaktır. Üstelik Suudi Arabistan sadece Yemen ve İran kaynaklı saldırılara değil, zaman zaman şiddet yanlısı Suudi vatandaşı radikal unsurların saldırılarına da maruz kalıyor. Özellikle son on yılda BAE’nin ciddi bir askeri tehditle yüz yüze gelmemiş olması iş dünyası için bu ülkeyi güvenli bir liman haline getirirken, İran tarafından sık sık tehdit edilen ve Yemen kaynaklı balistik füze saldırılarına maruz kalan Suudi Arabistan, bahse konu şirketler için o kadar da güvenli bir yer değil. Bu durum, bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşıma konusunda kararsız olan iş dünyasının ülkeye olan güvenini önemli ölçüde olumsuz etkileyecektir.
İkinci olarak, ülkedeki eğitim ve sağlık altyapısında görülen yetersizlikler, şirket merkezlerinin ve üst düzey yöneticilerin ülkeye taşınmasını zorlaştıran başka bir unsur olarak ön plana çıkıyor. Özellikle 40-60 yaş aralığında bulunan ve çocuk sahibi olan üst düzey yöneticilerin, bir ülkeye yerleşme kararı verirken eğitim ve sağlık altyapısına büyük önem verdikleri bilinen bir gerçek. Bu açıdan bakıldığında, Suudi Arabistan’ın BAE ile rekabet edebilmesi için kat etmesi gereken uzun bir mesafe bulunuyor.
Üçüncü olarak, Muhammed bin Selman’ın 2017 yılından itibaren, yolsuzlukla mücadele adı altında bazı hanedan üyelerine ve önemli iş insanlarına Ritz Carlton otelinde gösterdiği muamele, hanedan ile ihtilaf durumundaki iş insanlarının başlarına nelerin gelebileceğini ortaya koyan kötü bir örnek olarak hafızalarda duruyor. Benzer şekilde, Kaşıkçı cinayeti de veliaht prensle ihtilafa düşen isimlerin nasıl bir muameleyle karşı karşıya kalabileceğine dair korkunç bir örnek olarak canlılığını koruyor.
Büyük şirketlerin bölgesel merkezlerini Suudi Arabistan’a taşımalarının önündeki en önemli engellerden sonuncusu fakat en önemlisini ise muhafazakâr Suudi hayat tarzı ve ülkede İslam dışı hayat tarzını kısıtlayan yasal ve kültürel koşullar oluşturuyor. İçkili eğlence mekânları, insanların serbestçe denize girebildiği plajlar gibi bilhassa yabancıların kendilerini rahat hissettiği mekânların varlığı, bu şirketlerin BAE’yi üs olarak kullanmalarını etkileyen önemli bir faktör. Benzer şartların Suudi Arabistan’da sağlanabilmesi kısa vadede mümkün görünmüyor. Ülkede içki ve eğlence gibi İslam dışı hayat tarzına “müsamaha” göstermeye dönük düzenlemeler hem muhafazakâr Suudi toplumundan hem de Suudi politik sisteminin en büyük ortağı ve ülkede rejimin en önemli meşruiyet kaynağı olan ulemadan sert tepki görüyor. Bu yönde atılan adımların Suudi toplumunda ve yönetim kademesinde derin bölünmelere yol açması kaçınılmaz olacaktır.
Burada şu ayrıntıya da dikkat çekmek gerekiyor: BAE ve Bahreyn gibi ülkelerin hayat tarzına müdahale etmemeye dayanan politikaları sadece yabancıların değil, Suudi vatandaşların bile çoğu zaman tatillerini geçirmek için bu ülkelere gitmelerine sebep oluyor. Suudilerin tatillerini Körfez ülkelerinde geçirmesi sonucunda Suudi ekonomisinde oluşan kaybın yılda 20 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Suudilerin hafta tatillerini geçirmek için BAE ve Bahreyn gibi Körfez ülkelerine akın etmesi sebebiyle, Riyad’ın dünyada hafta sonları otel ücretlerinin ucuzladığı tek başkent olduğu bilinen bir gerçek. Bu koşullar göz önüne alındığında, büyük şirketlerin bölgesel merkezlerinin taşınması ve üst düzey yöneticilerinin Suudi Arabistan’a yerleşmesi kolay görünmüyor.
Sonuç olarak, Muhammed bin Selman’ın Program HQ ile üç temel hedefi olduğunu söyleyebiliriz: İlk olarak, veliaht prens Yemen savaşı ve Kaşıkçı cinayeti ile kaybettiği itibarını ekonomi sahasında elde etmeyi planladığı başarılarla örtmeye çalışıyor. İkinci olarak, Muhammed bin Selman’ın Suudi politik sisteminde önlenemeyen yükselişiyle Suud hanedanının güçlü isimleri yönetimden dışlanmıştı. Bugün Muhammed bin Selman’ın Riyad’da babası dışında pek dostu kalmamış görünüyor. O da Program HQ ile ülke ekonomisini canlandırmak ve yeni istihdam alanları açmak suretiyle, ülke nüfusunun yüzde 70’ini oluşturan genç Suudiler arasında popülaritesini artırmak istiyor. Kısacası, Muhammed bin Selman kendisine Suud hanedanı dışında yeni bir toplumsal güç tabanı inşa ediyor. Son olarak, uzun süredir “Ilımlı İslam” adı altında düzenlenen ekonomik ve sosyal “liberalleşme” politikaları ülkenin muhafazakâr sosyo-politik yapısında önemli bir dirençle karşılaşıyordu. Muhammed bin Selman’ın küresel şirketleri ülkeye çekme gerekçesiyle bu direnci de kırmayı hedeflediğini söyleyebiliriz.
Her ne kadar küresel şirketlerin merkez üssü olması hususunda birtakım dezavantajları olsa da, Suudi Arabistan’ın ekonomik, demografik ve coğrafi olarak bölgenin en büyük ülkesi olduğu yine de akıldan çıkarılmamalı. Suudi yönetiminin açıkladığı devasa yatırım programlarına göz diken şirketlerin bu süreçte vereceği rasyonel kararlar, 1970’li yıllardan itibaren bölgenin ekonomik ve finansal merkezi olmayı başaran Dubai’yi ciddi bir rekabete zorlayacaktır. Şimdilik az sayıda bile olsa, küresel şirketler bölgesel merkezlerini (başta BAE olmak üzere) Körfez ülkelerinden Suudi Arabistan’a taşımaya başladılar. İlerleyen süreçte Program HQ’nun yakalayacağı daha büyük başarılar Dubai Modeli’nin sonunu getirebilir.