Dünyanın Durumunu tekrar tekrar betimlenmenin yararları sınırlı. Dünyayı anlamak hangi şartlarda ne yapılacağını bilmenin ön hazırlığıdır elbet. Ama hep dünyayı anlamak noktasında kalmanın da bir kaçamağa davet ettiğini unutmamalı.
Bugünün dünyasında büyük örgütlerin insan tekine pek küçük bir manevra alanı bıraktığı gerçeğinin ister istemez farkındayız. Bu bilgimiz ilk bakışta önümüzde iki yol açıyor gibi; birincisi büyük örgütlenmelerin manivela kolunu tutabilecek gücü ele geçirerek bir değişme sağlamak, ikincisi ise söz konusu değişmenin sahip olduğumuz küçük manevra alanı içinde gerçekleşmesine çabalamak.
Büyük örgütlerin değiştirici gücünü önemli sayıp bu yolda çaba harcamayı seçen her kisme, önce o örgütlerin şartlarına göre biçimlenmeyi göze almak zorundadır. Bir kez kendi biçimini, ele geçirmek istediği, ama kendinin de içinde kaynaştığı büyük birimin şartlarına göre ayarlayan kişi acaba güçlü olduğu zaman yeni bir biçim getirebilir mi ? Bu çok tartışmalı bir meseledir. Tarihi bilgiler bizi yanıltmıyorsa anlaşılıyor ki güçlü bir teşkilatın buyruklarıyla toplumda yapılan değişiklikler kalıcı olmuyor. Gerçi yapılan her değişiklik mutlaka iz bırakıyor, hatta geriye dönüşü imkansız hale sokuyor ama değişiklik olarak kendini koruyamıyor, insan ruhunun üzerine damgasını basamıyor. Eski Mısır’da Firavun Ahneton (veya Iknaton) güneşe, Amon ve Osiris gibi tanrılara tapmayı yasaklamış ve tapınacak tek Tanrı bulunduğunu ilan etmişti. Ama bu Firavun ölür ölmez, yükselttiği bayraklar çiğnendi ve halk yine eski tanrılara tapmaya başladı. Toplumdaki inanç değişikliklerinin buyrukla, dünyevi otoritenin kullanılmasıyla gerçekleşmesinin örnekleri az değildir. Hatta denilebilir ki en yaygın yol budur. Hristiyanlığın büyük insan kitlelerince benimsenmesinde Kostantin, Budizmin benimsenmesinde Asoka, Zerdüst dininin temellenmesinde Sirus birer monark olarak etkin roller oynamışlardır. Ancak bir inancın yukarıdan aşağı yayıldığı, bir bakıma bu konuda kuvvet kullanıldığı durumlarda, din kavgalarının ve ayrılıklarının çabucak sökün ettiği de bir gerçek.
İslamiyet’in büyük bir cemaat dini oluşunda ve çok sayıda insanın bu dini benimsemesinde bir monarkın , bir siyasi otoritenin belirleyici etkinliği yoktur. İslâm yayılmasını mü’minlerin, “küçük insanların” zaferiyle gerçekleştirmiştir. Hristiyanlık kendi mezhepleri arasında ayrılıkları uzlaşmaz kabul edip, Ortodoks, Katolik, Anglikan, Protestan dinler ortaya çıkarmıştır. Bunların her biri kendi dışında kalanı “kafir” sayar. Oysa Müslümanlar arasında asgari müşterek her zaman bulunmuştur. Farklı örgütler içinde bulunmaktan doğan ayrışmaları Müslümanlar da yaşamıştır, ama büyük insan yığınları açısından birbirleriyle çok ince iplikle bağlı olsalar bile bir “Mühammed ümmeti” hep gerçekliğini ve geçerliliğini korumuştur. Bunun nedeni Müslümanların siyasi otoritenin emri ve isteğiyle din seçmekten daha çok kendi eğilimlerine uyarak İslam’ı benimsemiş olmalarıdır. Bu yaklaşımın ışığı altında diyebiliriz ki dünyanın durumunda gerçekleştirilecek değişiklik bakımından her insan tekine düşen sorumluluk önem kazanmaktadır. Eğer İslam’ın yeni bir ruhla yaygınlaşması isteniyorsa bu görevin büyük kuruluşlara, dev örgütlere değil, insan teklerine düştüğünü gözönüne almalıyız.
Eğer dünyanın açıklanmasının olduğu kadar değişmesinin de sorumluluğu da önemli ölçüde sıradan insanların omuzları üzerindeyse bu, bir bakıma yöneten-yönetilen, çalışan çalıştıran, öğreten-öğrenen ve nihayet yazar-okuyucu farkının en aza indirilmesi anlamına gelir. Yani “iş başa düşmüştür”, sorumluluktan kaçmak için kimsenin geçerli mazereti yoktur. Çaba göstermek zorunludur. ve gösterilecek çabanın anahtar sorusu şudur: BEN NE YAPIYORUM ? Üç kelimeden oluşan bu soru her üç kelimenin de ortaklaşa yüklendikleri her üç evrede (merhalede) ele alınmalıdır:
BEN ne yapıyorum ? Benim için hasmımım, yandaşımın, karşımda veya çevremde bulunanın yaptığından çok kendi yaptığım birinci sıradadır. Başkasının yaptığıyla değil, benim yaptığımla belirlenecek bir alanı önemsemek gerekli. Filânca şu işi yapıyor diye uğraşmak yerine, kendi yaptığımızın niteliğine odaklanmak gerek. Kimin ne yaptığı tamamen görmezlikten gelinecek bir husus değil ama benim ne yaptığım hepsinden önce gelir.
Ben NE yapıyorum ? Bir şeyin benim tarafımdan yapılması yeterli değil. Benim ne yaptığım, yaptığımın niteliği ve derecesi ön sırada. Ben yapıyorum ama ne yapıyorum ? Yaptığım işin kalitesi ve mahiyeti ne ? Nedir yaptığım ? Başkalarının yaptıklarıyla uğraşmak mı, yoksa bana düşeni belli bir düzeyde ve gerekli titizlikte yapmak mı? Yaptığım iş beni nereye götürecek. Beni NE duruma sokacak.
Ben ne YAPIYORUM ? Yapıyor muyum ? İçinde bulunduğum durum yaptığımın yansıması mı ? Fiilen yapma işinin içinde miyim ? Verdiğim Kararları uyguluyor, sözümü yerine getirebiliyor muyum ? Ne kadarını gerçekleştirdim ? Ne kadarını gerçekleştirmem mümkün görünüyor ? Yaptıklarım kadar yapmadıklarım da önemli Neyi Yapmadım ? Eğer yapmamayı seçtiysem, gerçekten yapmadım mı ? Ne ölçüde yapmadım ?
İşte bu üç evreli soru bizden doyurucu cevaplar bulabilirse Müslümanlar olarak kaçamaklar içinde değil, gerçek hayatın gerekleri içinde bir yer seçtiğimiz ortaya çıkar. Önce insan teki olarak kendi yaptığımıza öncelik vermek, sonra yaptığımızın mahiyeti ve keyfiyeti üzerinde açıklığa varmak ve nihayet yaptığımızın peşini koyuvermemek yani onu sahiden yapmak. Ötesi Lâf ü güzaf.
Kaynak: Üç Zor Mesele