İslam, Akdeniz, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’na kıyısı olan, büyük bölümü çöllerle kaplı Arabistan yarımadasında doğmuştur. İki dünya arasında bulunan bu yarımada, tarıma ve hayvancılığa elverişli olmaması ve çölün kendine münhasır özelliği nedeniyle iktisadi faaliyet olarak daha çok ticareti benimsemiştir (Bal, 2008: 96-97).
Asurlular, Fenikeliler, Babiller ve Keldaniler ile akraba olan Araplar, yazın Kuzeye Bizans topraklarına, kışın güneye Yemene doğru ticari faaliyetler yürütmekteydiler. Yarım adadaki ticaret sadece kıyı bölgelerde değil iç bölgelerde de yoğun bir şekilde yapılmaktaydı. Özellikle hac zamanı bölgeye gelen hacılar ve düzenlenen çeşitli panayırlar, İran, Hint ve Çin gibi memleketlerden gelen tüccarların yarım adada ticaret yapmasını sağlamamıştı. Bu açıdan Arabistan, İslam öncesi dönemde esaslı iktisadi faaliyetlerin yürütüldüğü ve dünya ticareti için önemli bir bölgeydi. Ta ki Bartolemeo Diaz’ın 1487’de Ümit Burnunu aşması ve 1498 yılında Vasco de Gama’nın Avrupa’dan Hindistan’a alternatif bir ticaret yolu keşfetmesine kadar (Tabakoğlu, 2013: 104-105).
Araplar, Avrupa’dan Çin’e uzanan geniş bir coğrafyada ticaret yapıyorlardı. Özellikle 2500 deve yükü büyüklüğüne varan kervanlar Gazze’ye, gemiler ise Kore gibi uzak bölgelere gitmekteydi. Bu gibi faaliyetler Arabistan yarım adasında lojistiğin ve karmaşık mali sistemlerin gelişimini tetikledi. Ticaretin bu kadar geliştiği bir ortamda finansal araçların gelişmesi de kaçınılmazdı. Bu açıdan, kambiyo senedi, havale, ticari kredi, tüketici kredisi, tahıl ve tekstil borsaları gibi finansal araçlar ilk kez Arabistan yarımadasında kullanıldı (Özel, 1994: 56-57).
Arap tüccarların düzenli ticaretler yapabilmeleri için özellikle stratejik öneme sahip yerlerin güvenli olması gerekmekteydi. Bu açıdan Arap şehirleri arasında Mekke ayrı bir öneme sahipti. Çünkü Mekke, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’den beri kutsal1 bir mekân olarak görülmekte ve Arabistan’ı birbirine bağlayan baharat yolu üzerinde yer almaktaydı.
Hem coğrafi hem de dini olarak önemli bir konuma sahip olan bu şehir, zaman zaman idareyi ele geçirmek isteyen kabileler arasında çekişmeye neden olmuştu. Son olarak Huzzalılar’dan yönetimi devralan Kureyş kabilesi ile birlikte artık Mekke’deki ticaret ve güven ortamı zirveye taşınmıştı (Köksal, 2017: E-kitap). Bu nedenle Kureyş kabilesi, Mekke toplumu için ayrı bir saygınlığa sahipti.
Kureyş Mekke’nin önde gelen ve genellikle ticaretle uğraşan bir kabilesiydi. Hz. Muhammed’in dedesi Abdulmuttalip ile babası Abdullah’ta Kureyşli birer tacirdi. Ayrıca Hz. Peygamberin ilk eşi olan Hz. Hatice’de Kureyş’in Abdulluzza kolundan gelen ve Mekke’nin önde gelen tacirlerinden biriydi (Özaydın, 1991: 323). Bu nedenle Hz. Muhammed, dedesi, babası ve eşinden neş’et etmiş ticari bir geleneği yürütmekteydi. (İbnuü’l-Esir, 1991). Bu Hz. Muhammed’in iktisadi konularda ki yetkinliğinin temel kodlarını büyük ölçüde açıklamaktaydı.
Görüleceği üzere, Nübüvvet öncesi Arap yarımadası döneminin en gelişmiş iktisadi yapısına sahip bölgesiydi. Bu durumu Sprenger, “Araplar dünya ticaretinin mucididir.” şeklinde ifade etmiştir (Sprenger, 2013: 299). Arapların bilinenin aksine yalnızca savaşçı bir toplum değil tüccar bir toplum da olmaları da ilgi çekicidir. Hz. Peygamberin bu yapı içerisinde yetişen ve Mekke’nin en önemli tüccarların yakın akrabası olması ise İslam’daki iktisadi kuralların yetkin bir peygamber tarafından uygulandığının önemli bir göstergesidir.
Kaynak: DergiPark