Anasayfa Makale Davranışsal İktisat, Sınırlı Rasyonellik ve İslam İktisadı İlişkisi

Davranışsal İktisat, Sınırlı Rasyonellik ve İslam İktisadı İlişkisi

by

DAVRANIŞSAL İKTİSAT KAVRAMI

İktisat literatürü oluşturulurken yapılan çalışmalar birçok bakımdan sınıflanarak tanımlamalar yapılmıştır. Günümüze kadar gelen iktisat tanımlamalarına bakıldığında, JacobViner’ın “İktisat iktisatçıların yaptığı iştir.” şeklinde iktisat tanımı yapmıştır. Alfred Marshall ise “Sıradan iş yaşamında insanoğlunun incelenmesidir.” şeklinde tanımlarken Nobel iktisat ödüllü Paul Samuelson “Farklı malları üretmek ve toplumdaki farklı grup ve kişiler arasında şimdi veya gelecekte tüketilmek amacıyla dağıtmak için; insanları toplumun kıt kaynakları nasıl kullandıklarını incelenmesi” olarak tanımlamıştır (Özer ve Tiryaki, 2012: 3). Samuelson’un yaptığı tanım günümüzde kabul edilen iktisat tanımı olmuştur. İktisat temelde bir sosyal bilim fakat iktisadın temel sorunu olan dengeleme ve koordinasyon faktörleri nedeniyle çoğu kez matematiksel yöntemlerle analiz edilmiştir.

Geçmişten günümüze matematik, iktisatta karşılaşılan karmaşık sorunların çözümünde kullanılmıştır. İktisadın ölçülebilir olgulara sahip olması matematiğin etkin şekilde kullanılmasına olanak sağlamıştır. Çeşitli iktisadi ekollere bağlı teorisyenlerin bir kısmı iktisadi ekollerde matematiği kullandığı görülmüştür. İktisat, diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi birey merkezli bir bilim dalıdır. Birey davranışlarının matematiksel modellerle açıklanıyor olması son dönemlerde tartışma alanı olmaktadır. Tüm bu tartışmaların ışığında davranışsal iktisat, insanın ekonomik davranışlarını psikolojik unsurlarla incelenmesi gerektiğini vurgulamaktadır (Can, 2012: 91).

İktisatçılar ve psikologlar benzer davranış dallarını konu aldıkları halde söz konusu davranış kalıpları ile birebir örtüşen fikirlere sahip olmayabilir. İktisatçılar bireylerin veri sınırlar altında yarar maksimizasyonu yaptığı şeklinde tanımlanabilecek rasyonel davranış kalıplarına sahip olduğu ileri sürerler, Psikologlar ise bireylerin karar verme süreçlerini önemserler. Çünkü onlara göre biyolojik ve psikolojik etkilere sahip olan bireyler çevreden gelen çok çeşitli sosyal ve ekonomik faktörlerden etkilenir. Bu yüzden her insan her durumda aynı tepkileri vermeyebilir (Önder, 2003: 28).

Klasik iktisat, psikoloji ile yakından ilgilenmiştir. İktisat alanındaki klasik teorisyen Adam Smith, David Hume ve Jeremy Bentham bireylerin iktisadi alandaki davranışlarının temellerini psikoloji biliminden yararlanarak açıklamaya çalışmıştır. Neo-klasik iktisat da klasik iktisat gibi psikolojik konulara önem vermiştir. İktisadın uğraştığı konuların sayısal olarak ifade edilebilir olmasının önemli olduğunu söyleyen William StanleyJevons, matematiğe ve istatistiğe büyük önem vermesine karşın Jevons’un teorisinde sübjektif fayda anlayışı hakim olmuştur. Sübjektivizmi benimseyen iktisatçılar tarihsel süreç içerisinde ayrışma yaşamışlardır. William StanleyJevons, LeonWalras, IrvingFisher gibi iktisatçılar matematiksel yaklaşımı benimserken Carl Menger, WisesherBöhm- Bawenk, John Bates, Clack gibi iktisatçılar matematiksel olmayan psikolojik okul olarak isimlendiren bir grubu temsil ederek sübjektivizmi ilgilendiren psikolojik etkenler üzerinde durmayı tercih etmişlerdir (Kurtoğlu ve Fırat, 2014:37).

Avusturya (Viyana) Okulu yaptığı analizlerin tümünde iktisat problemlerinin psikolojik yönünü ele almaktadır. Daha çok nihai fayda kavramıyla ilgilenmektedir. Bu nedenle Avusturya Psikolojik Okulu olarak da adlandırılır. Yani bir insanın ihtiyacının şiddeti ile tatmin derecesinin ters yönlü olduğunu benimsemektedir. Diğer bir deyişle, ihtiyaçlar tatmin edildikçe ona karşı duyulan tatmin arzusu ve o malın faydası azalır buna damarjinal fayda denilmektedir (Adaçay ve İslantice, 2009: 147).

Menger her faydalı şeyin mal değerine sahip olmadığını belirtmektedir. Herhangi bir şeyin mal olabilmesi için dört özelliğe sahip olması gerektiğini belirtmektedir. Birinci özellik, O şey bir insan ihtiyacını gidermesi gerekmektedir. Bir insanın o şeye ihtiyacı olmalı. Örneğin bir hastalığın tedavisi için ilaca ihtiyaç vardır. Hastalığın ortadan kalkması halinde ilaca olan ihtiyaç ortadan kalkacaktır. O zaman ilaç mal olma özelliğini yitirecektir. Menger’e göre mal olmanın ikinci özelliği ise tatmin ettiği ihtiyaç ile o mal arasında bir nedensellik bağı olmalıdır.

Yani mal ihtiyacı gidermelidir. İlaç örneğinde olduğu gibi eğer ilacın son kullanma tarihi geçmişse ilaç mal olma özelliğini kaybeder. Nedensellik bağı tanınabilir olmalıdır. Bu anlamda üçüncü özellik ise malın özelliği bireyler tarafından bilinmesi gerekir varsayalım ki söz konusu ilaç ilkel bir toplumun eline geçmişse bu ilaç ihtiyacı gidermeye elverişlidir ama onu elinde bulunduranlar o ihtiyacı gidermeye yaradığını bilmezler. Bu durumda o ilaç, o topluluk için bir mal olma özelliğini yitirir. Menger’e göre bir şeyin mal olması için dördüncü özellik ise ihtiyaç gidermeye elverişli durumda bulunması gereklidir. Örneğin söz konusu ilaç ancak ilacın bileşimindeki maddeler hastalığı gidermede yetersiz ise ilaç da ihtiyacı gidermeye elverişli değildir. Bu bakımdan mal olma niteliğini kaybeder (Adaçay ve İslatince, 2009: 149).

İktisat literatüründe, iktisat ve psikoloji alanlarında rasyonel davranış kurallarını irdeleyen Simon iktisat öğretisinde bireysel davranışların daima rasyonel olduğu savının geçerli olduğunu, buna karşın psikoloji alanında ise rasyonel ve irrasyonel davranış kalıplarının var olduğunu ileri sürmüştür. Bu anlamda Neo-klasik iktisat öğretisinde başat rasyonellik varsayımı bu kurala uymamaktadır. Neo-klasik iktisat öğretisinin rasyonel kabul ettiği birey davranışlarının tüm koşul ve zamanlarda geçerli olduğu savunulmaktadır. Neo-klasik ekol, insanların acı ve zevklerinde farklı malların kendilerine sağladıkları faydanın ölçülmesinde ve ihtiyaçların belirlenmesinde rasyonel davrandıklarını kabul etmektedir. Rasyonel davranan bireylerin mallar, piyasalar ve diğer tüm iktisadi olay ve konularda tam bilgiye sahip olduğu varsayılmıştır. Rasyonel tüketiciler faydalarını maksimize ederken üreticilerde aynı şekilde karlarını maksimize etmektedirler. Rasyonel davranan bireyler seçim yaparken akılcı davranan, çoğu aza tercih eden, tutarlı bireylerdir. Neo-klasik okul rasyonel birey temel varsayımını kabul etmesiyle beraber bireylerin iktisadi davranışlarındaki psikolojik ve sosyolojik etkilerini analiz dışında bırakmıştır. Böylece pozitif bir bilim yolunda ilerlemiştir (Şeniğne, 2011:11).

Rasyonaliteye olan bakış bir bakıma Bentham’ın faydacı felsefesinden esinlenilmiştir. Bentham’ın iktisat kuramını etkileyen çalışması “İntroductiontotheprinciples of moralsandlegislation” kitabıdır. Bentham faydacılığı herhangi bir nesnede ona haz, iyilik ya da mutluluk üretme eğilimi olarak tanımlamaktadır. Bentham’a göre haz ve acı toplumdaki tüm ilişkileri belirlemektedir (Kamilçelebi, 2013: 449). Bentham’ın fayda kavramı biraz daha genişleterek tanımlanırsa, genel olarak fayda, ölçülebilen ve ölçülemeyen diye ikiye ayrılır. Ölçülebilir faydaya kardinal fayda denilmektedir. Kardinal fayda her mal ya da hizmet grubunun belirli bir fayda birimiyle (bu fayda birimine util ya da ution denilmektedir.) ölçülebileceğini kabul etmektedir. Faydanın ölçülebileceğini savunan Kardinalistlerarasında Jevons, Menger ve Walras sayılabilir. Malların faydalarının ölçülmesinin mümkün olmadığını ancak tüketicilerin malları kendilerine sağlayacağı faydaya göre sıraya dizebileceğini savunanlara ordinalist faydacılar denilmektedir. Faydanın ölçülemeyeceğini savunan Ordinalistler’den bazıları ise VilfredoPareto, John Hicks, RoyAllen’dır (Dinler, 2006: 30).

İktisatta matematiğin ve doğa bilimlerinin üstünlüğünü savunan Neoklasik iktisatçıların yanında AlfredMarshall‘ın da iktisat biliminde bireylerin psikolojisinin iktisada olan etkisini incelemiştir. Marshall bireyi sosyal bir varlık olarak ele almaktadır. İktisadi yaklaşımı bireyin politik, sosyal ve özel hayatı açısından değerlendirilmesi gerekliliğini savunmuştur. Modern iktisadi gerçeklerin ve karmaşık yapıların matematik ile açıklanmasına kuşku ile yaklaşmıştır. Marshallcı faydanın temelinde önemli bir ikilem yatmaktadır, psikolojik hazcılığın aslında gerçekçi bir ilke olmadığını savunulurken diğer yandan faydayı ölçmek için bu ilkenin doğru olduğu kabul etmektedir. Marshall’a göre ruhsal durumlar direkt olarak ölçülebilir değildir ve karmaşıktır (Yılmaz, 2015:8).

Davranışsal iktisadın gelişimine katkı sağlayan George Katona’nın 1951 yılında yayımlanan İktisadi Davranışın Psikolojik Analizi (Psychological Analysis of Economic Behavior) isimli eserinde temel varsayımı, ekonomik aşamaların birey davranışlarından kaynaklandığıdır. Katona’nın Neo-klasik iktisat için temel eleştirisi tüketim harcamalarının sadece satın alma gücü arzusu ile alakalı bir durum olmadığını savunmaktadır. Tüketicilerin tutum, davranış ve beklentileri ile tasarrufları da tüketim harcamaları üzerine etki etmektedir. Bu değişik görüşler psikolojik analiz için önemli olmakla beraber iktisat tarihçilerinin bireye bakış açısında da önemli değişikliklere neden olmuştur. Davranışsal iktisat bu ve buna benzer birçok konuda Neoklasik iktisadın yöntemleriyle çözülemeyecek problemleri gidermede etkili olmuştur. Bu anlamda başlangıçta davranışsal iktisat dönemlere ayrılmazken daha sonraları davranışsal iktisadın eski (birinci nesil) ve yeni (ikinci nesil) davranışsal iktisat olarak ikiye ayrılmıştır (Çekiç, 2016: 65).

İKTİSAT-AHLAK- İSLAM İLİŞKİSİ

İktisat ve din ilişkisine geçerken Nobel iktisat ödüllü Joseph E. Stiglitz’in “İktisada dair birçok şey esasen iktisadi değildir daha çok ideoloji ve dindir.” sözleri anlamlı olacaktır. İktisadın temeldeki rolü özellikle varsayımlarının genel geçerliliğidir. Fakat din ile olan ilgisi ise tarihsel süreçten beri insanoğlunun savaşlardan, hastalıklardan, aile yaşamına kadar her şeyi dine başvurarak açıklama eğilimine girilmiştir. Dinin toplum içindeki rolü özellikle Protestan devriminden sonra yoğun biçimde tartışılmıştır. MaxWeber dinin iktisadi faaliyetleri şekillendirmede önemli rol oynadığı ve doğru dinin dolaylı da olsa iktisadi gelişmeyi etkileme noktasında olağanüstülük sağlayacağını ortaya koymaktadır (Sincer, 2017:22).

MaxWeber iktisat ahlakını oluşturmada sosyal tabakalaşmanın rolünü önemsemektedir. Hemen her dinde iktisat ahlakını belirleyen sosyal tabakaların varlığından bahseder. Örneğin Yahudilik’te yurtlarından sürülmüş, daha çok orta sınıfın oluşturduğu paryahalkının din ve ahlak anlayışı, Hristiyanlığın kuruluşunda gezgin esnaf ve zanaatkâr oluşumunu, İslam’da ise cihat erlerinin ve tasavvufla beraber tekke ve tarikat mensubu küçük topluluklarının yaydığı ve yaşattığı inançların oluşturduğunu vurgulamıştır (Ülgener, 2006:30). Protestanlık öncesinde Hristiyan bireylerin dünyevi ve iktisadi olaylarda bir adanmışlık zemini bulunmazken, Protestanlık sonrasında hem kendisi hem ailesi hem de yanında çalıştırdıkları için her şeyin dünyevi etkinliğinin başarısından ibaret olan yaşam biçimini benimsemiştir.

Din-iktisat ilişkisini rasyonel insan bağlamında irdelediğimizde Hristiyanlık’ta bilhassa Protestanlıkta etiğin oluşmasıyla, çok çalışan ve her türlü tüketim ve hazcı etkinliklerden kendisini uzak tutan insan figürü gelişmiştir. Protestan girişimci, hayatı boyunca sürekli çalışmaktadır. Bu dünyadaki işlere adanmışlığı genel olarak dini adanmışlığın güvencesi saymaktadır. Bu düşünce, mevcut işçileri de çok çalıştırarak sömürmesini meşrulaştırmıştır. Protestanlık öncesinde Hristiyan birey, dünyevi iktisadi olaylarda böyle bir adanmışlık zemini bulamazken Protestanlık sonrasında hem kendisi hem ailesi hem de yanında çalıştırdıkları için her şeyin dünyevi etkinliğinin başarısından ibaret olan yaşam biçimini benimsemiştir. Bu haliyle bakıldığında rasyonellik, Protestanlık inancına sahip birisi için oldukça dindar bir bakış açısı olmaktadır (Akdoğan, 2012: 43).

Hristiyanlık dinindeki ekonomik yapıya üretim cephesinden bakıldığında ele alınan ilk kavram üretim faktörlerinden birisi olan sermayedir. Hristiyanlık dininde sermaye olgusuna atfedilen önemi ortaya koyan ve ahlaki değerler üzerinden aktaran kavramların ilki faiz yasağıdır. Çünkü faizin borca, borcun fakirliğe, fakirliğin köleliğe yol açtığı kabul edilmiştir. Ancak bu yasak 13. yy. Thomas Aquines tarafından esnetilmiştir. Bu sayede faiz yasağı Hristiyan toplumunda sahip olduğu etkiyi yitirmeye başlamıştır. 16. yy. sanayileşmesiyle beraber faiz iktisadi sistemde yerini sağlamlaştırmıştır. Hristiyanlık, ekonomik bölüşüm kapsamında ele alındığında bu kavram için ifade edilen durum ise yardımlaşma kapsamında ortaya konmaktadır. Bölüşüme atfedilen önemi ortaya koyan ve ahlaki değerler üzerinden aktarılan kavramlar yardımlaşma ile ilgili “ödünç isteyeni geri çevirme” ifadesi ile açıklığa kavuşmuştur (Yeşilyurt, 2014:28).

1. İslam ve İktisat İlişkisi

Kendinden önceki semavi dinlerde olduğu gibi İslam dininin ekonomik hayata getirmiş olduğu kuralları aktarırken bu kurallar bir takım ahlaki değerlere bağlanmıştır. Ekonomik yapı, ahlaki değer üzerinden şekillenen rasyonalite, sınırlı rasyonellik kavramları, üretim, tüketim ve bölüşüm gibi konular üzerinden incelenebilir. İslam dininde üretim faktörlerinden sermayeye atfedilen önem oldukça önemlidir. Bu önem İslam’da yer alan faiz ve kumar yasağından ileri gelmektedir (Yeşilyurt, 2014:32).

İslam dininde üretim konusunda dikkat edilecek bir başka husus girişimcinin durumudur. İslam dini ticaret yapmayı ve alışverişte bulunmayı tavsiye etmekle beraber ticarette adaletli davranmayı emretmiştir. İslam dininde üretim ve kazançla ilgili görüşleri cizye ve savaş ganimeti hariç geri kalanının da tarafların serbest rızasına dayalı ve her haliyle batıla kapalı bir alışveriş çizgisini sürdürmektedir. Nisa suresinde gayet açık olarak “Mallanızı aranızda batıl yollardan yemeyin, meğer ki karşılıklı rıza ile ticaret şeklinizi olsun” denmektedir. Cuma suresinde “Cuma namazını kıldınız mı yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın.” buyurmuştur. İslam’da mal ve eşya edinmenin meşruluğu iki yolla olmaktadır.

• Batıl olmayan yollardan elde etmek,
• Elde edilen mal ve eşyanın (gelirin), kişinin kendisini ve yakınlarını başkalarına el açmadan geçindirmeye, sadaka, yardım vs. yükümlülüklerini yerine getirilecek kadar olmalıdır (Ülgener, 2006:84).

Bu bakımdan rasyonel insan davranışsal iktisat açısından bakıldığından İslam’daki üretici davranışlarının rasyonellik taşımadığı görülmektedir. Batıl olmayan yollardan kazanç elde etmek, rasyonel birey bağlamında değerlendirildiğinde eğer karını maksimumlaştıracaksa bu karın hangi yolla elde edildiğine bakılmaz, elbette bu durum ahlaki tehlike ya da asimetrik bilginin meşrulaşacağı anlamına gelmez. İkinci kriter olan elde edilen gelirin yakınlarına paylaştırılması ya da sadaka olarak verilmesi hususu da rasyonel birey için uygun bir davranış kalıbı olarak görülmektedir. Rasyonel bireyler elde ettikleri gelirleri tüketim ya da tasarruf olarak değerlendirdikleri kabul edilmektedir. Bu açıdan İslam dininde üretici davranışlarının sınırlı rasyonel olduğunu söyleyebiliriz. İslam dini açısından tüketici davranışları değerlendirildiğinde ise ekonomik rasyonalite tüketicilerin memnuniyetlerini maksimize edebilmek için çabaladıklarını varsayar. İslami boyutlarda tanımlanan rasyonellik belirli bir ölçüde tüketim ile elde edilir. Rasyonel İslami birey de elbette faydasını maksimize etmeyi hedefler ancak bunu gerçekleştirirken dini normlara bağlı kalır. Müslüman bir tüketici için istekleri dini eğilimlerine ters düşecek ise kendisine ekonomik memnuniyet sağlayacak her şeyden vazgeçer (Erdoğan, 2016:74).

Bu açıdan bakıldığından Neo-klasik iktisadi modelin ortaya koyduğu rasyonel insan figürüne İslami birey uymadığından, bu tür bireylere sınırlı rasyonel birey de denilebilir. Siddiqi dini anlamda tüketimin dört amacı olduğundan bahseder.
• Her bir tüketici etkin bir hayat yaşayabilmek için yeterince ekonomik mallardan tüketmelidir.
• Belirli mallar tüketmelidir.
• Ekonomik mal tüketimi savurganlık boyutunda olmamalı ve lüks tüketimin getirdiği aşırılığa gidilmemelidir.
• Bireylerin nihai amacı ekonomik mal ve bundan elde edilen memnuniyet olmamalıdır. Bu tür malların tüketimi daha yüksek amaçlara ulaşmak için kullanılacak araçlar olmalıdır (Erdoğan, 2016:74)

İslam iktisadının kurucularından olan Sabahaddin Zaim’e göre Müslüman bireyler tüketim harcamalarında gelirini, içkiye, kumara, gayrimeşruluğa harcanmayacaklardır. Harcama sınırları İslami prensiplere göre olmalıdır. Ayrıca Müslüman bireyler lüks ve gösterişten kaçınmalıdır

2. İslam Ekonomisinde Sınırlı Rasyonellik

İslam devletlerinin uyguladığı ekonomik sistem diğer sistemlerden temelde üç noktada ayrılmaktadır. Birincisi faizin yasak olması, ikincisi zekât aracılığı ile adil gelir dağılımının sağlanmaya çalışılması üçüncüsü ise homo-İslamicus’u oluşturan normlardır. Homo-İslamicus ise İslam’ın insana bakışıdır. Homo-İslamicus kişi, ahlak sahibi, helal yoldan kar elde eden, maneviyata önem veren, adil, kanaatkâr ve toplumsal faydayı amaç edinen insan tipidir. Homo-İslamicus bakış açısı dolayısıyla kişiyi israf, savurganlık ve gösterişten kaçınmak, cömertliği teşvik etmek, bireyleri çok çalışmaya ve adil davranmaya itmektedir. Homo-İslamicus kumara, istifçiliğe ve yıkıcı rekabete yol açmadığı sürece servet edinmede sakınca olmadığını varsayar (Akdoğan, 2012:47).

İbn Haldun’a göre İslam ve iktisat arasında, kapitalist ruhun aksine, çalışma bir amaç değil kişinin Allah rızasını kazanmak için ve dini hayatın olgunlaşmasını sağlayan bir araçtır. İslam çalışmada orta, ılımlı ve düzenli bir yolu tutmaya ve işini/mesleğini nitelikli ve ihsan mertebesinde yapmayı teşvik eder. Bu anlamda ruh ve beden sağlığını ihmal edecek derecede nitelikli çalışma yerine, işlerin ölçülü, bir sanatkâr duyarlılığı içinde “güzel yapılmasına” ve nitelikli ürüne dikkat çeker. Bu nedenle iktisat ve orta yol anlayışı üretiminde kalite ve çalışmada dengenin adıdır. İktisadi faaliyette, hâkimin kararında, aile hayatında, kısacası hayatın tüm evrelerinde iktisadi bir düzen ve orta yolda olmanın yüceliğinden bahseder (Kurt, 2017:239).

Bu noktada bakıldığında İslam dini ile kapitalizmin öngörüsündeki rasyonel insan bakış açısının çeliştiği söylenebilir. Tüm üretici ve tüketici davranışlarında mutlak kar ya da mutlak faydaya ulaşmayı öngörmeyen İslam iktisadı İbn Haldun’un da değindiği gibi daha orta yolcu bir bakış açısı ortaya koymaktadır.

Bu bakımdan Müslüman birey, homo-economicus’tan farklı olarak sadece bireysel çıkarları için fayda maksimizasyonu peşinde koşan üretici ve tüketici fonksiyonuna indirgenmiş bir kimse değildir. Onun kazancında22nde yoksul ve mahrumun da hakkının olduğu bakışıyla sadece kendi çıkarları değil toplumun çıkarlarını da dikkate almak durumundadır. Mal ve servetin bencil arzuları için bir araç olarak kullananlar ya da onunla gururlananlar şiddetle kınanır (Kurt, 2017: 239).

6. SONUÇ

İktisat biliminin ortaya çıkışından beri tartışılan rasyonel birey kavramı günümüzde hala tartışma konusudur. Rasyonel birey günümüz şartlarında ne kadar ortalama birey kavramına yaklaşırsa iktisat bilimi de o kadar sosyal bilim olmaktadır. Kabul etmek gerekir ki sosyal bilimlerin matematiksel/ istatistik analizlerinde bireyler sadece fayda maksimizasyonu sağlama hedefinde olan bireyler gibi analiz edilmektedir. Dolayısıyla kısıt kümeleri oldukça fazlalaşmaktadır. Davranışsal iktisadi bakışı ile bu durum bir nebze olsun aşılmak istenmiştir. İktisattaki rasyonel birey kavramı davranışsal iktisatla beraber çok yönlü olmaya başlamıştır. Tüm bu gelişmeler din ve İslam özelinde ele alındığında ise, İslam ekonomisi hiç kuşkusuz dini parametrelere göre oluşmuş bir iktisadi modeldir. Bu modeldeki bireyler incelendiğinde ise rasyonel bireyler gibi sadece kendi faydasını düşünen birey olmaktan ziyade yardımlaşma ve toplumsal değerleri önceleyen bireyler oldukları gözlemlenmiştir. O halde İslam ekonomisinin sunduğu birey rasyonel değil sınırlı rasyonel olmuştur. Gerek davranışsal iktisat gerekse İslam ekonomisi bağlamında yapılacak analizler elbette ki modern iktisat kuramının modelleri ile çözülemeyecektir. O halde bu iki alanda (davranışsal iktisat ve İslam ekonomisi) birey analizinde farklı modellere ihtiyaç vardır. Bu alanda araştırma yapacak olan araştırmacılara, Homoİslamicus bireylerin tarifinin yapılması yani bu bireylerin tüketim, tasarruf, gelir elde etme davranışları üzerine çalışılması, homoeconomicus ile olan farklılığı ortaya konarak İslam iktisadı ile batı kaynaklı ekonomi karşılaştırılmalı olarak analiz edilmesi, İslam toplumlarındaki birey tavırları iyi araştırılıp bunun İslam dini ile uygunluğu ortaya konulması gibi konuları tavsiye etmekteyiz. Eğer bu şekildeki araştırmalar artarsa, İslam ekonomisinin en küçük birimi olan birey doğru tanımlanır ve üstüne gelecek her tür araştırma daha doğru zeminlere oturmuş olacaktır.

Ferudun KAYA & Hayal ÖZÇİM

***

(Bu metin makaleden alıntıdır.  Makalenin tamamını okumak için kaynaktaki bağlantıya tıklayınız)

Kaynak: Dergi Park

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun