Anasayfa Araştırma Zekat Nasıl Hesaplanır? 2

Zekat Nasıl Hesaplanır? 2

by

Prof. Dr. Hamdi Döndüren

Şirketlerin Zekâtı Nasıl Hesaplanır?

İslâmî esaslara göre kurulan ortaklıklarda her ortak kendi hissesine düşen zekâtla yükümlü olur. Ortaklar sadece ticaretin gerektirdiği işlemlerde bir- birlerinin vekili sayılır. Zekât bir ibadet olup, geçerli oluşu niyete bağlıdır. Bu nedenle şirket adına zekât verilebilmesi için ortakların birbirlerine özel yetki vermeleri gerekir. Şirketlerin zekâtını sermaye ortaklığı ve kâr ortaklığı üzerinden şu şekilde açıklayabiliriz:

1)  Sermaye Ortaklığı ve Sanayi Kuruluşlarının Zekâtı:

İki ve daha çok kimsenin sermayelerini birleştirmek suretiyle oluşturdukları ortaklık türüdür. Sermayeler eşit veya farklı miktarlarda olabilir. Kârın paylaşılma şekli serbest sözleşme ile belirlenirken, zarara katlanma kural olarak sermaye oranlarına göre olur. Bu çeşit ortaklıklar ya ticaret şirketi veya üretim yapan sanayi şirketi türünde olabilir.

Ticaret şirketinde zekât dışı tutulacak büro, dükkan, depo, servis aracı, lojman gibi sabit sermaye daha az olur. Gıda maddeleri ticareti yapan bir şirketin yıl sonu muhasebe sonuçlarına göre, borçlar düşüldükten sonra 20 kg. külçe altın değerinde nakit parası, yirmi ton pirinci, yirmi ton toz şekeri ve yirmi ton da kuru fasulyesi bulunsa, eşit hisseli dört ortak varsa, herbirinin zekât yükümlülüğü dörtte bir üzerinden olur. Her bir ortağın şirket dışı özel bir borcu veya zekâta tâbi başka bir malı yoksa, bu şirketten zekât borcu; 125 gr. külçe altın karşılığı nakit para, 125 kg. pirinç, 125 kg. toz şeker ve 125 kg. da kuru fasulye olur. Ortak, bu gıda maddelerinin kendisini veya bedellerini verebilir.

Sanayi şirketinde ise artıcı (nâmî) özelliği bulunmayan sabit sermaye daha büyük olur. Bir fabrikanın binası, makineleri, depoları, servis araçları, lojmanları ve ticaret malı niteliğinde bulunmayan diğer taşınmazları zekât dışı kalır. Borçlar düşüldükten sonra, geride kalan nakit para, döviz, hammadde, mamul veya yarı mamul tüm ekonomik değerler yıl sonu değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur. Şirketin tüm mal varlığı içinde zekâta tabi olan değişken değerler yüzde otuz olsa, yalnız bu kısımdan zekât gerekir. Her ortak, şirketin zekâta tabi mal varlığından kendi hissesine düşen kısmını hesaplayıp % 2.5 zekât vermekle yükümlü olur. Ancak bu ortağın şirket dışı borçları varsa, bu payını adı geçen borçlara karşılık tutabilir. Zekâta tabi başka malı varsa, bunlar da şirket hissesine eklenerek zekât hesabı yapılır.

Çağımız İslâm hukukçularından bir grup bilgin, fabrika bina, ekipman ve makinelerini üretim aracı olmaları yönüyle tarım arazilerine, bunların gelirini de tarım ürünlerine kıyas ederek, zekâtın bu sanayi kuruluşlarının kendilerinden değil, gelirlerinden alınması gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre, sanayi kuruluşlarının zekât nispeti; sâfî gelirden % 10 veya gayri sâfî gelirden % 5 olması gerekir. Ancak sanayi makineleri ile tarım arazileri birbiri- ne kıyas edilemeyecek derecede farklılık gösterdiği için bu görüş eleştirilmiştir. Şöyle ki, sanayi makineleri topraktan farklı olarak çalıştıkça eskir, yıpranır, kısa aralıklarla parçaları değiştirmek veya yeni teknolojiler yüzünden bizzat makineleri yenilemek gerekir. Günümüz mâliyet hesaplamalarında, makineler için amortisman bedeli ve yıpranma paylarının dikkate alınması, bunların topraktan farklı bir yapıya sahip olduğunu gösterir.

Nitekim 1965’te Kahire’de ve 1984’te Kuveyt’te yapılan bilimsel konferans kararlarında, sınaî makinelerin safî gelirlerinden % 2.5 oranında zekât alınması tavsiye edilmiştir. Diğer yandan çoğunluğunu Mısırlıların oluşturduğu bir grup bilgine göre ise, sanayi sektöründe zekât, dönen sermaye ve gelir toplamından % 2.5 oranında uygulanmalıdır((Komisyon, İlmihal, I, 459, 460, İsam, İstanbul 1998.)).

2)  Hisse Senetlerinin Zekâtı:

Bir şirketteki ortaklık payını belirleyen belgeye “hisse senedi” denir. Bu senet başlangıçta şirketin gerçek mal varlığını yansıtırken, yıllar sonra, şirke- tin mal varlığı yüzlerce kat büyüdüğü halde hisse senetlerindeki miktarın sabit kaldığı görülmektedir. Mesela, hisse senetlerindeki toplam meblağ, başlangıç- ta 20 kg. külçe altın değerinde nakit para tutarında iken, şirketin mal varlığı ileriki yıllarda, 45-50 kg. külçe altın değerine yükselebilmektedir. Hisse senedine Türk lirası olarak yazılan rakamlara göre bir kaç katı nominal değer üzerinden alıcı bulması da, bu senetlerle mal varlığı arasındaki büyük farkı kapatmaya yetmemektedir. Diğer yandan on beş-yirmi yıl önceye ait rakamlara göre kâr paylarının verilmesi de yanıltıcı olmaktadır.

Dağıtılmayan kârların şirketin mal varlığına eklenmesi ve sürekli büyü- menin sağlanması ortakların rızası bulununca mümkün ve caizdir. Ancak ortaklıktan amaç kâr elde etmek olduğu için ortaklardan herhangi birisi ihtiyacı olduğu için kâr dağıtımını istese onun kârını hesaplayarak vermek gerekir. Bu takdirde kâr almayan ortakların hisseleri büyümüş olur. Kısaca dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârların, ya da şirketin enflasyonlar yüzünden sürekli değeri değişen mal varlığının yeniden değerleme yoluyla, para karşılıkları hesaplanarak hisse senetlerine yansıtılması gerekir. Meselâ; bir kimsenin on beş yıl önce, toplam sermayesi yüz milyar lira olan bir şirkette, bir milyar liralık hissesi varsa, şirketin mal varlığı üzerinde %1 oranında hak sahibi demektir. Böyle bir şirketin mal varlığı bugün, rakamsal olarak beş trilyon liraya çıkmışsa, bu ortağın hakkı yaklaşık elli katına yükselmiş bulunur. Bu şirketin sâbit sermaye oranı %50 ise, bu ortağın 50 milyar lira olan hisse senedi değerinin yarısı kırkta bir zekâta tâbi bulunur. Borsada alım satımı yapılan hisse senetlerini de bu ölçüler içinde değerlendirip, döner sermaye oranı belirlendikten sonra zekât hesabını yapmak gerekir. Bir İslâm beldesinde her müslüman ortağın yıl sonlarında, ortağı bulunduğu şirketin zekâta tabi mal varlığı içindeki hissesinin yüzde oranını bilme hakkı vardır.

Şâfiîlere göre şirketlerin zekâtı, dönem sonunda şirket yönetimince he- saplanarak verilir. Ortakların böyle bir hesap çıkarması güç olduğu için, böyle bir zekât uygulaması İslâm ülkesinde kolaylık meydana getirir. Hanefîlere göre de şirket ana sözleşmesine madde konularak veya sonradan genel kurulun vereceği yetkiye dayanarak, şirket yönetiminin vereceği zekât yeterli olur. Bu yapılamadığı takdirde, ortakların zekâta tâbi mal varlığı konusunda bilgilendirilmesi gerekir.

1984’te Kuveyt’te yapılan “I. Zekât Kongresi” nde, şirketlerin zekâtının, şirket tüzüğünde gerekli düzenleme yapılıp, genel kuruldan bu yönde karar çıkarıldıktan sonra, hisse sahiplerinin rızaları da alınarak şirket yönetimince verilmesi tavsiye edilmiş, bu yapılmadığı takdirde her ortağın kendi hissesinin zekâtını hesaplayıp vermesi gerektiği belirtilmiştir. Hisse senetleri elde bulun- durma amacına göre ikiye ayrılmıştır. a) Hisse senedi sırf ticaretini yapmak, yani borsadaki değer artışından yararlanmak amacıyla alınmışsa, bunun zekâtının vücûb tarihindeki piyasa değeri üzerinden % 2.5 oranında verilmesi gerekir. b) Gelirinden (temettu’) yararlanmak amacıyla alınmışsa, çoğunluk âlimlere göre, elde ettiği geliri, diğer mallarına katarak, nisap ve bir yıl geçme şartı gerçekleşmişse % 2.5 oranında zekâta tâbi olur.

Suûdî Arabistan’ın Cidde kentinde 6-11 Şubat 1988’de yapılan İslâm Fıkıh Akademisi’nin dördüncü dönem toplantısında, hisse senetlerinin zekâtı ister şirket yönetimince, ister hisse senedi sahiplerince verilsin, hesaplamanın gerçek şahıslara ait malların ve sanayi kuruluşlarının zekâtı nasıl hesaplanıyorsa, o şekilde hesaplanması gerektiği karara bağlanmıştır. Hissedarın, şirketin gerçek mal varlığı ve bunun içinde kendi payına düşen zekât miktarını öğrenme imkânının bulunmaması durumunda hisse senedini alma amacına göre ikili ayırım burada yapılmıştır. Buna göre; hisse senedi borsa değer artışından yararlanmak amacıyla ticaret için alınmışsa, piyasa değeri üzerinden, piyasa değeri oluşmamışsa, bilirkişinin belirleyeceği değer üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur. Hisse senedi sırf yıllık kârını (temettu’) elde etmek amacıyla alınmışsa, gelirinin % 2.5’u oranında zekâta tâbi bulunur. Burada kiraya verilen, tarım arazisi olmayan arazi ve taşınmazların kira bedeline kıyas yapılmıştır.

Ancak şunu da belirtelim ki, hisse senetleri şirketin mal varlığına ve ticaret faaliyetlerine ortaklığı içerdiği için, şirketin üretim ve ticaret faaliyetlerinin meşrû olması gerektiğinde şüphe yoktur.

3)  Emek Sermaye (Mudârabe) Ortaklığı:

Bir taraf sermayeyi, diğer taraf da emeğini ortaya koyarak emek-sermaye ortaklığı kurulabilir. Buna İslâm’da “mudârabe” denir. Kârın paylaşılması sermaye sahibi ile işletmeci arasında serbest sözleşmeye göre olur. Zararda işletmecinin kasıt, kusur veya ihmali (teaddî) bulunmadıkça yalnız sermaye sahibi katlanır. İşletmecinin zarardan payı, emeğinin boşa gitmesi şeklinde ortaya çıkar. Mudarabe, İslâm bankacılığının da esasını teşkil eder.

İşte emek-sermaye ortaklığında, ortaklığın tasfiyesi beklenmeksizin yıl sonunda sermaye sahibi, sermaye ve kârdan payına düşenin, işletmeci ise, zekât yükümlüsü olacak durumda ise, yalnız kârdan payına düşenin zekâtı ile yükümlü olur((Şirbinî, age, I, 401; Dırdır, eŞ-şerhu’l-Kebîr, I, 477; Zühaylî, age, II, 799; Ortaklıklar için bk. İbnü’l-Hümâm, age, V, 2; İbn Âbidîn, age, III, 364; İbn Kudâme, age, V, 1 vd; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, 95 vd.)).

4)  Tahvil ve Hazine Bonolarının Zekâtı:

Maktu gelirli tahvil ve hazine bonolarının kıymeti üzerinden, kâr-zarar tahvilleri ise yıl sonundaki ana para ve kâr toplamı üzerinden, zekâta tabi olur.

Bina Arsa ve Nakil Araçlarının Zekâtı Nasıl Hesaplanır?

Müteahhitlerin faaliyetini zekât durumuna göre aşağıdaki şekilde değerlendirmek mümkündür:

Müteahhit inşaatlarını tam olarak kendi sermayesiyle tamamlayıp satışa arzediyorsa, her yıl zekât hesap dönemi sonunda, inşaatının ulaştığı noktada değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi bulunur.

Yaptığı inşaatı proje üzerinden veya inşaat devam ederken peşin parayla satması durumunda, satış bedelinin yalnız kendisine isâbet eden kâr kısmı zekât matrahına eklenir. Taksitlerle satması durumunda, zekât hesap dönemine kadar teslim aldığı taksitlerin toplamı kadar imâlât yapmışsa, yine yalnız kâr kısmı zekât matrahına eklenir ve değeri üzerinden % 5 zekât gerekir. Böyle bir taksitli satış istisnâ’ (sipariş) sözleşmesi niteliğinde olup, bir yılda ödenen toplam bedel ve yapılan iş miktarı dikkate alınarak zekât hesabını çıkarmak güç olmaz.

Mütahhidin ileride inşaat yapmak üzere elinde bulunan arsalardan imarı alınmış ve inşaat kararı verilmiş olanlar, değeri üzerinden % 5 zekâta tâbi bulunur. Ancak arazi olarak alınmış, henüz parsel yapılmamış, ya da parsel yapılıp da imarı alınarak henüz inşaat veya satış kararı verilmemiş durumda olan yerler, akar niteliğinde olup, tarım arazisi ise ve ekilip biçiliyorsa öşre, akar olarak kiraya verilmişse kira geliri üzerinden zekâta tâbi olur. Ya da boş olarak tutuluyorsa, kiraya verilmemiş bir akar olarak zekât gerekmez.

Kooperatif inşaatını üstlenen müteahhit de, sözleşme uyarınca, yıllık âidat toplamı kadar iş yapar. Ancak bu âidatın içinde müteahhit kârı da vardır. Müteahhidin bunu hesaplayarak zekât matrahına eklemesi gerekir. Kooperatif üyeleri kendisi oturmak veya kiraya vermek amacıyla yatırım yapıyorsa, zekâta tâbi olmazlar. Satıp kârından yararlanmak amacıyla üye olan ise, zekât hesap dönemi sonunda, kendi hissesine düşen inşaat değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur.

Emlâkçılık yapan kimse, kendi mülkiyetinde olup satışa arzettiği taşınmazlardan, zekât hesap dönemi sonunda elinde bulunanların değeri üzerin- den % 2.5 zekâta tâbi olur. Komisyoncu olarak başkalarına ait taşınmazları satan veya kiraya vermekte olan emlâkçı ise, komisyon gelirlerinden elde kalanı, dönem sonunda zekât matrahına ekler.

Bir kimse sırf kira gelirinden yararlanmak için iş yeri, dükkân, depo, antrepo, iş hanı gibi akarlar edinse, zekât hesap dönemi sonunda bu kira gelirleri başka mal ve parası da varsa bunlara eklenerek % 2.5 üzerinden zekâta tâbi olur.

Günümüzde sermaye, toprak ve ticaret dışında daha düzenli gelir sağlamak amacıyla başka yönlere yönelmiştir. Kira geliri sağlamak için elde tutulan daire, işyeri, dükkân, han, apartman, depo ile üretim için tesis edilen fabrikalar, nakliye işinde kullanılan otobüs, tren, uçak, gemi, tır ve benzeri vasıtalar bunlar arasında sayılabilir. Bunların hepsi kendisinde büyüme ve gelişme olmaksızın geliri için yapılan yatırımlardır. Bu yüzden de gelirlerinden zekat vermek gerekir.

Diğer yandan bazı durumlarda kira geliri ve ticaret malı olma niteliği bir malda toplanabilir. Bir müteahhit, satacağı bazı daireleri geçici olarak kiraya verse, bu dairelerin ticaret malı olma niteliği değişmez.

Galericilerin alıp-satmak üzere ellerinde bulunan otomobil, minibüs, kamyon, otobüs gibi araçları değeri üzerinden zekâta tâbi olur. Başkalarına ait araçları komisyon usûlü satan galerici ise, bu gelirlerinden dönem sonunda elinde kalanı zekât matrahına ekler ve zenginse % 2.5 üzerinden zekâta tâbi olur.

Şehirlerarası otobüs işletmeciliği yapan bir firma, işlettiği kendi mülkiye- tinde bulunan otobüslerin gelirinden dönem sonunda % 2.5 zekâta tâbi olur. Ancak yıl içinde bunlardan meselâ, beş tane otobüsün satışına karar verilse, alıcı çıkıncaya kadar, bunlar sefere devam edebilir, fakat ticaret malına (urûz) dönüştükleri için, bunlar değeri üzerinden zekât matrahına eklenir.

Maden ve Definelerin Zekâtı Nasıl Hesaplanır?

Allah Teâlâ’nın yeryüzünü yaratırken yerin altında yarattığı bazı ekonomik değerlere “maden”, insan eliyle gömülmüş şeylere ise “define” denir. Hanefîlere göre, “rikâz” maden ve defineleri kapsamına alan bir terimdir. Madenler genellikle ateşte eriyip kalıba dökülebilen maddelerdir. Hanbelîlere göre ise, katı ve sıvı bütün maden türleri bu çeşide girer((İbnü’l-Hümâm, age, I, 537-543; Kâsânî, age, II, 65 vd; İbn Kudâme, Muğnî, III, 17 vd.)).

Madenler üç türlüdür:

1) Katı olup eritilebilen ve kalıba dökülebilen madenler: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay, tunç madenleri bu niteliktedir. Civa da buna ilave edilmiştir. Bunların zekâtı nisap miktarına ulaşınca beşte birdir.

2) Eritilmeye elverişli olmayan katı madenler: Bunlar ateşte erimeyen ve şekil almayan, mermer, kireç, alçı taşı, elmas, yakut, fruze, tuz gibi madenlerdir. Bu gibi madenlerden üretici zekâtı alınmaz. Bunların tamamı sahibine, sahibi yoksa bulana aittir.

3) Sıvı olup katılaşmayan madenler: Cıva, petrol gibi katı olmayan maddelerdir. Bunlardan da üretici zekâtı Bunlar tam olarak arazi sahibine aittir. Üretimden sonra ticaret malı olarak zekâta tabi olurlar.

Bu duruma göre, beşte bir zekât verilmesi yalnız ateşte eriyip kalıba dökülebilen maden türü olan birinci çeşit için gereklidir.

Bu çeşit madenler ister öşür, ister haraç topraklarında bulunsun beşte bir zekât alınır ve ganimetlerin harcanacağı yere sarfedilir. Bunun delili Kitap, sünnet ve kıyastır.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Biliniz ki, ganimet olarak elde et­tiğiniz malların beşte biri, Allah’ın, Peygamber’in ve yakınlarının, yetim­lerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kadirdir.”((Enfâl, 8/4.)) Hanefîlere göre madenler ganimet hükmündedir. Çünkü bunlar daha önce ehl-i küfrün elinde bulunan topraklardan çıkarılmaktadır. Ancak müslümanlar bu toprakları daha sonra savaşarak elde etmişlerdir.

Sünnetten delil, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Rikâzda humus (beşte bir nispetinde vergi) vardır.”((Buhârî, Müsâkât, 3, Zekât, 66; Ebû Dâvud, Lukata, İmâre, 40; Diyât, 27; Müslim, Hudûd, 45, 46; Tirmizî, Ahkâm, 37; İbn Mâce, Lukata, 4; Mâlik Muvatta’, Zekât, 9, Ukul, 12; A. b. Hanbel, I, 314, II, 180, 186, 203, III, 128, 335, 336; Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 856-860.))

Hz. Ömer’in Medine dışında bulunan 1000 dinar altın paranın 200 dinarını devlet adına beytülmâle aldığı, Hz. Ali’nin de madenleri “rikâz” diye isimlendirip, çıkarılan madenlerden ve eski devirlere ait buluntu paralardan beşte bir oranında vergi aldığı nakledilmiştir((Ebû Ubeyd, age, nr. 871, 874, 875.)).

Diğer yandan madenler, İslâm’dan önceki döneme ait olan definelere kıyas edilmiştir. Bir topraktan çıkarılan, bu toprak müslümanların eline geçmeden önceki döneme ait olan define, ganimet hükmünde olup, bundan beşte bir zekât alınır. Buna kıyasla aynı hükümde sayılan madenlerden de beşte bir alınması gerekir((Zühaylî, age, II, 776.)).

İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre rikâz, eski devirlerde yer altına gömülüp gizlenen değerli eşya, hazine ve definedir. Madenler rikâz kapsamı dışında kalır. Hatta İmam Şâfiî rikâzı sadece câhiliye devrinde gömülmüş olan altın ve gümüşe hasreder ve bunlardan alınacak beşte bir verginin zekât verilecek kimselere sarfedileceğini söyler. Ebû Hanîfe’ye, bir görüşe göre Mâlik’e ve Ahmed İbn Hanbel’e göre ise beşte bir geliri fey’ hükümlerine tâbi olup zekât dışında, kamu hizmetlerine harcanır((İbn Rüşd, age, I, 250; Zühaylî, age, II, 778.)).

Hanefîlere göre madenlerin zekâtı beşte bir iken, diğer üç mezhebe göre kırkta birdir. Bu görüş ayrılığı, üç mezhebin madenleri rikâz kapsamı dışında kabul etmesinden kaynaklanmıştır.

Hanefîlere göre, bulunan madenlerle definelerden beşte bir zekât verildikten sonra artan kısım eğer maden ve defineler birinin mülkünde bulunmuşsa, mülk sahibine aittir. Eğer hiç bir kimsenin mülkiyeti altında değilse, artan kısım bulana aittir.

Bu duruma göre, devletin mülkiyeti altında bulunan mîrî arazilerde bulu- nacak madenlerin tam olarak devlete ait olması gerekir.

Ebû Hanîfe’den başka bir rivayete göre, öşür ve harac arazisi gibi sahipli mülklerde bulunan madenler mâliklerine aittir, bunlardan beşte bir alınmaz.

Defineler de üçe ayrılır:

1-) Sahipsiz topraklarda veya sahibi bilinmeyen topraklarda bulunmuş ise beşte bir vergi alınır, kalan beşte dördü bulana ait olur. Mülk arazide bulunmuş ise Hanefîlere göre beşte dördü mülk sahibine veya mirasçılarına verilir. Böyle bir defineyi gayri Müslim veya çocuk da bulsa hüküm değişmez.

2-) Bulunan altın gümüş veya değerli eşyanın İslâmî döneme ait olduğu- nu gösteren mühür, yazı, tuğra gibi bir alâmet taşıması durumunda “lukata (buluntu mal)” hükümleri uygulanır. Bu şekilde bulunan eşya bir yıl süreyle -usûlüne göre- ilân edilir. Bunları bulanlar yoksulsa kendisine, zenginse başka yoksullara sarfederler veya İslâm devletinin yetkili temsilcisine teslim ederler.

3-) Hangi devre ait olduğu şüpheli bulunan defineler: Üzerinde ne İslâmî devre, ne de İslâm’dan önceki devre ait olduğunu gösteren bir alâmet bulun- mayan gömülmüş define bir görüşe göre İslâm öncesi devre, başka bir görüşe göre İslâmî devre ait kabul edilerek işlem yapılır.

4-) Bu çeşit bulunan eşyanın vergilendirilmesi için çoğunluk fakihlere göre nisap aranmaz. Yalnız İmam Şâfiî nisap şartını ileri sürmüştür.

5-) Fakihler rikâzın beşte bir vergiye tâbi olabilmesi için, bulunduktan sonra üzerinden bir yıl geçmesinin şart olmadığında görüş birliği içindedir.

Bir evde bulunan define ev sahibine ait olur. Ebû Hanîfe’ye göre bundan beşte bir zekât vermek gerekmez. Çünkü bu, toprak altında bir araya getirilmiş toprak parçaları gibidir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise böyle bir defineden beşte bir zekât vermek gerekir. Çünkü, “Rikâzdan beşte bir zekât vermek gerekir” hadisi mutlaktır. Evde veya ev dışında bulunan defineler arasında bir ayırım yapılmamıştır.

Denizlerden çıkarılan inci, amber, sikkeli paralar ve balıklardan Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre zekât olarak bir şey gerekmez. Ebû Yûsuf’a göre ise denizden çıkarılan nakit altın ve gümüşten, inci ile anberden beşte bir oranında pay alınır((Kâsânî, age, II, 65 vd; İbnü’l-Hümâm, age, I, 537 vd; İbn Âbidîn, age, II, 59 vd; Zühaylî, age, II, 775 vd; Bilmen, age, s. 353, 354.)). Delil Hz. Ömer’in uygulamasıdır. Zekât memuru olan Ya’lâ İbn Ümeyye deniz kenarında bulunan anber için Hz. Ömer’den yazılı görüş ister. Ömer (r.a) sahâbe ile istişare ederek şu cevabı verir: “Şüphesiz anber, Allah’ın nimetlerinden biridir. Anberde ve onun gibi denizden çıkarılan değerli şeylerde beşte bir nispetinde vergi borcu vardır.”((Ebû Yûsuf, Harâc, s. 76.)) Diğer yandan Ömer İbn Abdilazîz’in, Umman zekât memuruna, denizden çıkarılacak balıkların değeri gümüş nisabına ulaşınca, onlardan zekât tahsil etmesini emrettiği nakledilir((Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 888.)). Buna göre ticaret amacıyla balık tutan veya balık ticareti yapan kimse, zengin durumda olunca, balıkların değeri üzerinden %2.5 zekâta tâbi olur.

Madenler konusunda şu noktaya da açıklık getirmek uygun olur. Günümüzde, ekonomik hayatta büyük bir önem kazanan, petrolün, veya ateşte erimeyen elmas, firuze, mermer gibi madenlerin zekât dışı kalmış olması dikkati çekebilir Temelde ticari ve ekonomik değeri olan şeylerin kullananın veya tüketicinin eline ulaşıncaya kadar zekât dışı kalması söz konusu olmaz. Petrol üreticisi, elmas veya yakut madencisi sadece beşte bir olan işletme ve üretim vergisinden muaf tutulmuştur. Ürettiği petrolü veya çıkardığı madenleri ham veya işlenmiş olarak piyasaya sürünce bunlar ticaret malı sayılır ve nisap miktarını aştığı zaman, diğer şartlar da bulununca kırkta bir zekâta tabi olur. Depolanıp satışı gecikirse her yıl için kırkta bir zekât borcu yenilenir. Buna göre, bunun işletmeciye veya üreticiye bir defaya mahsus olarak tanınan bir muafiyet olduğu söylenebilir.

İmam Şâfiî’ye göre altın ve gümüşten başka madenlerden zekât vermek gerekmez. Altın ve gümüşte kırkta bir zekât verilir. Çünkü altın ve gümüşün zekâtı ile ilgili hadisler umum ifade eder. Ayrıca madenin zekâtında bir yıl geç- me şartı yoktur. Çünkü bir yıl geçme şartı, mallarda büyümenin gerçekleşmesi için konulmuştur((Şirâzî, Mühezzeb, I, 162; Şirbinî, Muğnî’l-Muhtâc, I, 394 vd.)).

Tarım Ürünlerinin ve Meyvelerin Zekâtı Nasıl Hesaplanır?

Tarım ürünlerinden zekâtın farz olması Kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden infak edin.”((Bakara, 2/267.)) Fakihler buradaki emrin, topraktan çıkarılan ürünlerin zekâtı ile ilgili olduğu görüşündedir. Diğer yandan “infak” terimi geniş anlamıyla zekâtı da kapsar((bk. Tevbe, 9/34.)). Yine âyette “hasat günü ürünün hakkını, zekâtını verin”((En’am, 6/141.)) buyurulur. Çoğunluk fakihler bu ayetteki “hak” teriminin toprak ürünlerinden alınması gereken zekât olduğunu söylemişlerdir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak ürünlerinde onda bir (öşür), kova (el emeği) ile sulananlarda yirmide bir (nısıf öşür) vardır.”((Buhârî, Zekât, 55; Tirmizî, Zekât, 14; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 139; bk. Müslim, Zekât, 8; Ebû Dâvud, Zekât, 5, 12; Nesâî, Zekât, 25; İbn Mâce, Zekât, 17; Dârimî, Zekât, 29; Malik, Muvatta, Zekât, 33.))  Hadislerde “öşür” terimi “toprak ürünlerinden alınan zekât” anlamında kullanılmıştır.

Diğer yandan İslâm âlimleri, tarım ürünlerinin onda bir veya yirmide bir oranında zekâta tâbi olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Ancak zekâta tâbi olup olmayan arazi veya toprak ürünü çeşitleri üzerinde görüş ayrılıkları olmuştur.

1)  Tarım Ürünlerinden Zekât Alınmasının Şartları:

Tarım ürünlerinin zekâtında, yükümlünün akıllı olması veya ergenlik çağına ulaşması şart değildir. Akıl hastası veya küçüklerin mahsulünden de zekât gerekir. Ancak yükümlünün müslüman olması gereklidir.

Hanefîlere göre bu genel şartlara ek olarak tarım ürünlerine zekâtın farz olması için şu şartlar öngörülmüştür:

Toprağın öşür toprağı olması. Harac arazisinden öşür vermek gerekmez. Çünkü bir topraktan hem harac vergisi, hem öşür bir müslümanın toprağında birleşmez.

Topraktan ürün çıkması. Eğer öşür toprağından bir şey çıkmazsa öşür vermek de Çünkü öşür, çıkan üründen verilir. Harac toprağını ise sahibi ekip biçme imkânına sahip olduğu halde boş bırakırsa yine harac vergisi ile yükümlü olur. Çünkü bu durumda toprakta hükmen üretim yapabilme (nema) niteliği var sayılır.

Toprağı ekip biçmek; gelir ve ürün elde etmek, büyüme gibi amaçlar için yapılmalıdır. Bu yüzden başlangıçta ürünü bulunmayan meşe, çam, kavak, ot ve benzeri şeylerden öşür Belki bunlar kesilip üretimde kullanıldığı veya satıldığı zaman ticaret malı olarak diğer zekât mallarına ilave edilir((Kâsânî, age, II, 57-63.)).

Toprak ürünleri, hayvanlar gibi açıkta olan mal türüne girer. Bu yüzden bunların öşrü, genel olarak sahabe devrinden Osmanlı İmparatorluğu uygulamasının sonlarına kadar devlet eliyle alınmıştır. Tarım ürünlerinden devletçe alınacak miktar, arazinin türüne göre değişiklik gösterir. Bu miktar zekât, sadaka, harac veya kira bedeli çeşitlerinden birisine girer.

2)  Zekât Verilecek Tarım Ürünleri Ve Yükümlüler:

Ebû Hanîfe’ye göre tarım ürünlerinin zekâtında nisap aranmaz. Buğday, arpa, pirinç, darı, baklagiller, karpuz, patlıcan, domates, şekerkamışı, şeker- pancarı, hurma, üzüm ve benzeri öşür arazisi ürünlerinden az olsun çok olsun öşür zekâtı alınır. Dayandığı delil: “…Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden verin”((Bakara, 2/267.))  ayetidir.

Kısaca Ebû Hanîfe’ye göre insan eliyle yetiştirilen ve topraktan çıkan her üründen öşür gerekir. Öşürde bir çeşit vergi anlamı bulunduğu için bunu İslam devletinin zorla alma hakkı vardır. Bu yüzden ölünün terekesi olan ziraî ürünlerden, çocuk veya akıl hastasına ait arazilerin ürününden de öşür alınır.

Hanefîlere göre toprak ürünlerinin öşre tâbi olması için üzerlerinden bir yılın geçmesi şart değildir. Bir yıl içinde, birden çok ürün alınan yerlerde, öşür de ürüne bağlı olarak tekrar verilir.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in de içinde bulunduğu çoğunluğa göre, tarım ürünleri için nisap miktarı, her ürün çeşidi için beş vesk (yaklaşık 653 kg, Kûfeliler’e göre 1 ton)’tir. Bu nisaba ulaşmayan tarım ürünleri için öşür gerekmez. Delil, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Beş vesk’ten az (üründe) zekât yoktur.”((Buhârî, Zekât, 4, 32, 38; Müslim, Zekât, 1, 3; Tirmizî, Zekât, 7; Ebû Ubeyd, Emvâl, nr. 1422-1424. Vesk; Kûfelilere göre 200 kg. lık bir ölçek olup, bu da 60 sa’a denktir.))

Ayrıca bu tarım ürünlerinin bir yıl kadar dayanabilecek nitelikte olması gerekir. Bu yüzden yaş meyve ve sebze türleri için öşür gerekmez. Armut, elma, şeftali, kayısı, domates, biber, pırasa ve kereviz gibi. Çünkü bunlar dayanıksız ürünlerdir.

Toprak ürünlerinin zekâtı toprağın sulama tekniğine göre belirlenir. Toprak bir emek harcanmaksızın yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanalları ile sulanıyorsa zekât olarak çıkacak ürünün onda biri; kova, dolap, motor veya ücretle alınan su ile sulanıyorsa yirmide bir olarak verilir.

Eğer toprak hem yağmur veya nehir sularıyla hem de dolap, motor vb. emekle elde edilen su ile sulanmışsa, yıl boyunca daha çok olan sulama esas alınarak öşür miktarı belirlenir. Burada emek ve masrafla üretilen tarım ürünlerinin zekât miktarı yarıya düşürülerek, yükümlüler arasında bir denge kurulduğu görülür.

Tohumlar, işçilik, sulama, ilaçlama vb. masraflar üründen düşülmez. Çünkü özellikle sulamaya dayalı tarım ürünlerinde öşrün yarısı (yirmide bir) alınacağı için miktardaki bu indirim, masrafların bir bölümünü veya tamamını karşılayabilir. Meselâ; sulama yapılmayan yerden elde edilen on ton buğdayın öşrü bir ton iken, sulama yapılan yerde bu miktar yarım tona inecektir. Sulamanın ürünü arttırdığı ve üstelik yarım ton da eksik öşür verildiği düşünülürse çiftçilerin sulamalı tarıma teşvik edildikleri görülür.

Günümüzde, sulamanın yanında gübreleme, ilaçlama, mazot ve işçilik harcamalarının önemli ölçüde arttığı göz önünde tutularak, bu gibi topraklardan elde edilen ürünün, emek ve masrafla sulanan toprakların ürününe kıyas edilmesini uygun görenler olduğu gibi, sulama dışında kalan bu girdilerin zekât matrahından düşüldükten sonra, geri kalandan sulama usûlüne göre zekât verilmesi gerektiğini öne süren çağdaş âlimler de vardır((Komisyon, İlmihal, I, 447. İsam neşri.)).

İmam Şâfiî ve Mâlik’e göre, bir yıl kadar dayanıklı olan gıda maddeleri zekâta tâbi olur. İmam Şâfiî, meyve türünden sadece hurma ve üzüme öşür gerektiği görüşündedir. Ahmed İbn Hanbel ise, gıda maddesi ayırımı yapılmaksızın, insan eliyle yetiştirilen, dayanıklı olup ölçüyle alım satımı yapılabilen her türlü tarım ürününe öşür gerektiğini söyler.

Zeytin, susam, ay çiçeği tanelerinden öşür alındığı takdirde, daha sonra yağlarından yeniden öşür alınmaz. Ancak bunları üreticiden ticaret amacı ile satın alan kimse yeniden “ticaret malı” zekâtına tabi olur.

Toprak ürünlerinin öşrü, taneli bitkilerde harman vaktinde, meyvelerde ise toplandıktan sonra verilir. Bunların sahipleri vefat etse bile, mirasçılarının öşrünü vermesi gerekir. Böyle bir arazinin vakfedilmesi de öşrünü düşürmez.

Daha öşrü verilmemiş olan taneli bitkilerden veya ağaç üzerindeki meyvelerden yenilirse, öşrünü ödemek niyetiyle yemeli ve bunu tazmin etmelidir. Meselâ, Ebû Hanîfe’ye göre on kg. üzüm toplanmışsa, bir kg.’nı zekât olarak tazmin etmek gerekir.

Öşür arazisi ürününün öşrü veya mirî arazinin kira bedeli vaktinde veril- meyip de daha sonra zayi olsa veya sahibi vefat etse bunu ödemek gerekir.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre beş vesk (653 kg) olan nisabı tamamlamada tarım ürünlerinin farklı türleri birbirine eklenemez. Her türün ayrı ayrı nisabı doldurması gerekir.

Sahibi olmayan, vakfedilmiş öşür arazisi ürünlerinden de öşür verilir. Çünkü öşür, çıkan üründen gerekir, toprağın kendinden değil.

Arazi sahibi, toprağını bir karşılık beklemeden ekilmek üzere birisine verse, çıkan ürünün öşrünü bu kimse verir.

Arazi ekilmek üzere belli bir ücretle kiraya verilmişse, çıkacak ürünün öşrü, Ebû Hanîfe’ye göre arazi sahibine aittir. Zekât, toprağa bağlı bir vergi olup, çıkan ürün anlam bakımından kiraya veren kimseye ait sayılır. Çünkü bunun bedeli olan kira bedeli kendisine verilmektedir.

Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, kiraya verilen arazilerde öşür kiracıdan alınır. Çünkü öşür, çıkan üründen verilir, çıkan ürün ise kiracıya aittir. Emanet olarak ekilip biçilen arazide olduğu gibi öşrünü vermek ona ait olur. Hanefîlerde önceleri Ebû Hanîfe’nin görüşü ile fetva verilmişken, sonraki Hanefî fakihleri Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in görüşü ile fetva vermişlerdir((Kâsânî, age, II, 56; Şirbinî, age, I, 382; Zühaylî, age, II, 8 0; İbnü’l-Hümâm, age, II, 8; Meydânî, age, I, 154; İbn Kudâme, age, II, 728.)).

Arazi, çıkacak ürünü toprak sahibiyle paylaşma (müzâraa) yöntemiyle kiralanmış ise, elde edilecek ürünün öşrü, Ebû Hanife’ye göre yine toprak sahibinden alınırken, çoğunluk fakihlere göre, ürünü paylaşma oranları göz önünde bulundurularak toprak sahibi ve işletmeciden alınır.

Zekâta tâbi toprak ürünleri olgunlaştıktan sonra, henüz hasat edilmeden kökünde satılırsa, öşrü arazi sahibine, olgunlaşmadan önce satılırsa, satın alana ait bulunur.

Öşür toprağından beslenen arıların balından onda bir zekât gerekir. Harac arazisinden, mübah mer’a veya ormanlardan beslenen arıların balları ise öşre tabi olmaz. Delil şu hadistir: “Ebû Seyyâre (r.a), kendisinin arı kovanları olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber bunların öşrünü vermesini, bildirmiştir.”((Şevkânî, age, IV, 145 vd; İbn Mâce, Zekât, 20.)) Diğer yandan Allah Elçisi, Yemen halkına şöyle yazmıştır: “Bal üreticilerinden öşür alınsın.”((Zeylaî, age, II, 390.))

Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, baldan zekât gerekmez. Dayandıkları delil, Tirmizi’nin; balın zekâtı konusunda önemli bir rivayetin bulunmadığını söylemesi ile balın süte kıyas edilmesidir((Zühayli, age, II, 709.)).

İslam’da Arazi Statülerine Genel Bakış

İslâm’ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için çeşitli uygulamalar görülmüş ve bunlar hukûkî statülerine göre isimler almıştır. Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır. Yine mîrî arazinin kullanım şekillerinden olan tımar, has, zeamet Osmanlı İmparatorluğu uygulamalarındandır.

1)  Fethedilme Şekline Göre Arazi Çeşitleri:

Kendileriyle savaş yapılan düşman İslâm’ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olurlar. Savaşsız, kendiliğinden müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir topluluk İslâm’a girdikleri zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar.” “Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun mâlikidir.”((Ebû Ubeyd, Emvâl, Kahire 1968, s.397; Ebû Dâvud, Babu İktaı’l-Ardıyn, III, 234, No: 1067.)) Bu hadis menkul ve gayr-i menkul tüm malları kapsamına alır.

Ebû Yûsuf bu tür toprakların, İslâm’a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı görüşündedir((Ebû Yusuf, Harac, s. 74, 75.)).

Düşman İslâm’a girmemekle birlikte toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına göre toprak statüsü belirlenir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İleride siz bazı topluluklarla savaşa­ caksınız. Savaştığınız bu kimseler bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapa­ caklardır. Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında bir şey istemeyiniz, almayınız. Çünkü bu sizin için helâl olmaz.”((Ebû Ubeyd, age, s. 210.))

Bu şekilde gayri müslim sahiplerinin elinde kalacak olan araziler “harac arazisi” adını alır. Hz. Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerlerin halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir. Hz. Ömer devrinde, Necran’ın Hıristiyan halkı, Irak ve Suriye’ye nakledilirken, bunların her birine Necran’da sahip oldukları arazi ve mesken- lerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir((Ebû Ubeyd, age, s. 274; Ebû Yusuf, age, s. 75.)).

Düşman toprakları zorla fethedilmişse, İslâm devleti bu topraklarla ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:

1-) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk İslâm’a girince bunlar öşür arazisi olur. Hz. Peygamber’in Mekke arazileri için uygulaması bu şekilde olmuştur.

2-) Bu araziler ganimet sayılarak beşte biri Beytümal’e ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü savaşa katılan gazilere dağıtılır((bk. Enfal, 8/41.)). Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur. Nitekim Rasûlullah (s.a.s) zorla fethedilen Hayber topraklarına böyle bir statü vermiştir. Ancak bu topraklar bir süre “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde eski sahiplerinin ellerinde bırakılmıştır((Hayber toprakları uygulaması için bk. Buhârî, İcâre, 3, Şurût, 14, Megâzî, 40; Ebû Dâvud, İmâre, 24; A. İbn Hanbel, I, 15.)).

3-) Fey’ arazisi uygulaması. İslâm devleti zorla fethedilen ülke topraklarını gazilere dağıtmayıp, eski gayri müslim sahiplerinin ellerinde fey’ statüsü ile bırakabilir. Fey’; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise harac vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir. Bu, bir bakıma geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir.

Hz. Ömer’in halifeliği zamanında fethedilen Suriye ve Irak topraklarına fey’ hükümleri uygulanmıştır. Irak toprakları fethedilince gaziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı. Hz. Ömer dağıtmak istemeyince uzun istişare ve müzakereler yapıldı. Hz. Zübeyr, Abdurrahman İbn Avf ve Bilal-i Habeşî ile aynı düşüncede olanlar, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Rasûlullah (s.a.s)’ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gazilere dağıtılmasını istediler. Muaz İbn Cebel ve Hz. Ali gibi bazı sahabîler ise bu konuda Hz. Ömer’i desteklediler.

Hz. Ömer şöyle diyordu: “Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını göreceklerdir.”

Muaz İbn Cebel (r.a) aynı görüş yönünde şöyle der: “Ya Ömer! Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer. Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da yararlanmasını sağlayacak bir statü ver.”

Hz. Ömer bu müzakerelerde Kur’an-ı Kerim’den fey’ ile ilgili şu ayetleri delil getirmiştir: “Allah’ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden Peygamberine verdiği fey’; Allah’a, Peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zengin­ler arasında dolaşan bir servet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da sakının.”

“Özellikle o fey’, hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah’tan lütuf ve rıza ararlar.”((Haşr, 59/7, 8, bk. ayet: 6, 9, 10.))

Yukarıdaki ayetler, ganimet taksimini genel olarak düzenleyen el-Enfal suresinin kırk birinci âyetini tahsis etmiştir. Bu duruma göre Haşr sûresindeki fey’ âyetleri savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde İslâm devletinin başkanına maslahata uygun olarak tasarrufta bulunma yetkisi vermiştir. Hz. Peygamber, Hayber toprakları için Enfal sûresindeki âyetle, Hz. Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey’ âyetleriyle amel etmiştir. Buna göre, fey’ âyeti yalnız savaşa katılan gazileri değil, bütün mü’minleri içine alır. Bu, gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonra gelenler önce gelenlere ortak olurlar. Bu ise, ancak arazileri taksim etmemekle gerçekleşir. Böyle bir statü toplu bir vakıf ve toplu bir kamulaştırma niteliğindedir. Ancak bu topraklar mirasla geçebilir, gerçek vakıf ise mirasla geçmez((Ebû Yûsuf, Harac, Mısır, 1352 H. s. 75, 83, 85; Ebû Ubeyd, Emvâl, Kahire 1968, s. 94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 314, vesika: 325; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku, s. 146-149; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, s. 572 vd; Zühaylî, age, V, 332 vd.)).

2)  Öşre Tâbi Olup Olmama Bakımından Arazi Çeşitleri:

Öşür arazisi: Bunlar fethedilip kendi istekleriyle müslüman olan halkına veya zorla fethedilip, savaşa katılanlara mülkiyet üzere verilmiş olan topraklardır. Arap yarımadasındaki araziler bu niteliktedir. Bu toprakların ürününden onda bir veya yirmide bir nispetinde “öşür” verilir.

Harac arazisi: Bunlar sulh yoluyla veya zorla fethedilip eski gayri müslim sahiplerine veya başka gayri müslimlere mülk olarak verilen topraklardır. Irak köyleri ve çevresi bu niteliktedir. Bu çeşit araziden ya çıkan ürüne göre veya önceden belirlenen miktarda “harac” adı ile vergi alınır. Bu vergi, zekât niteliğinde değildir.

Sırf mülk arazi: Bu, önceleri mîrî araziden olup Beytülmal’e ait iken, daha sonra bir bedel karşılığında bazı kimselere satılmış olan topraklardır. Bunların ürünü de, sahipleri müslüman bulununca zekât konusunda öşür arazisi gibidir.

Ancak mülk evlerin çevresindeki mülk bahçeler, bu evlere bağlı bulunduğu için, buradan elde edilecek ürünlerden ve meyvelerden öşür gerekmez.

Mîrî arazi: Bunlar, daha önce müslümanlar tarafından fethedilip de, kimseye mülk olarak taksim edilmeksizin İslâm toplumu için alıkonulmuş olan topraklardır. Bunların kuru mülkiyeti devlete ait olup, yararlanma hakkı köylülere tapu ile tefviz edilegelmiştir. Bunları tasarruf edenler kiracı statüsündedir. Devlete verecekleri belirli hisseler veya vergiler de “kira bedeli” niteliğindedir.

Bu çeşit arazilerin ürününden öşür veya başka adla zekât lâzım gelmez. Çünkü öşür ile harac veya öşür ile bu hükümde bulunan kira bedeli bir müslümanın toprağında birleşmez. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de topraklar başlıca bu statüde idi.

Hanefîlere göre harac vergisine tabi olan bir toprak, müslümanın eline geçse yine harac vergisi devam eder, çıkan üründen ayrıca öşür vermek gerekmez. Çünkü bir toprakta hem harac hem öşür birleşmez((Kâsânî, age, II, 57; İbnü’l-Hümâm, age, IV, 365 vd; Meydânî, age, I, 154.)). Delil şu hadistir: İbn Mes’ûd (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir müslümanın toprağında öşür ile harac toplanmaz.”((Hadis zayıf olup İbn Adiy Kamil’de Yahya b. Anbese’den rivayet etmiştir. İbn Hıbban, “Bu hadis peygamberin sözlerinden değildir” demiştir. bk İbnü’l-Hümâm, age, IV, 366; Buhûtî, Keşşâf, II, 255. Bu hadis, cizye olan harac anlamına te’vîl edilir.)) Diğer yandan ne adaletli ve ne de zalim yöneticilerden hiç biri harac arazisi sayılan Irak topraklarından öşür almamışlardır. Bu yüzden harac ile birlikte öşür vermenin farz olduğunu söylemek icmaa aykırı düşer. Harac ve öşrün dayandığı sebep, toprağın gelir getirici olmasıdır. Bu ikisini aynı topraktan almak, bir maldan iki defa zekât almaya benzer.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, müslümanın elinde bulunan harac topraklarından çıkan ürünlerden öşür; toprağından ise harac olmak üzere ikisi bir arada uygulanabilir.

Çoğunluğun dayandığı deliller şunlardır:

1-) Toprağın ürününden zekâtın farz olduğunu bildiren ayet ve hadislerin anlamı genel olup, öşür veya harac toprağına göre ayırım yapılmamıştır.

2-) Öşür ile harac farklı nitelikte iki haktır. Mesela, öşürde ibadet, haracta ceza anlamı vardır. Öşür çıkan üründen alınır, harac ise zimmet borcudur. Ürün çıksa da çıkmasa da topraktan harac alınır. Öşrün sebebi ürünün çıkması, haracın sebebi ise toprağın tarıma elverişli olmasıdır. Öşür yoksullara, harac vergisi ise genel hizmetlere ve mücahitlere sarfedilir. Öşür ayet ve hadis delillerine dayanır. Haracın delili ise kamu yararı gözetilerek yapılan ictihattır.

3-) Öşür ile harac bu şekilde birbirinden farklı olunca bunların bir kişide toplanmasında da bir sakınca bulunmaz. Nitekim harem sınırları içinde avlanan hacı, hem avladığı hayvanın değerini verir, hem de cezaî müeyyide uygulanır((Şirâzî, Mühezzeb, I, 157; İbn Kudâme, age, II, 725-727; Buhûtî, age, II, 255; Zühaylî, age, II, 824, 825.)).

3)  Türkiye Topraklarında Öşür:

Gerek fakihlerin çoğunluğunun görüşünü, gerekse devirler içinde arazi statülerinde meydana gelen değişiklikleri dikkate alarak Türkiye topraklarının bugünkü durumunu şu şekilde değerlendirmek mümkündür:

Anadolu ve Rumeli’de önceleri geniş yer tutan mirî arazilerin bir bölümü daha sonra bedel karşılığında satılıp tapu ile devredilmiş ve sahipsiz toprakların ihyası sonucu da geniş alanlar zilyedlikle şahısların mülkü haline gelmiştir. Böylece alma, satma, ekip biçme, kiraya verme veya mirasla intikal konularında zilyedine tam tasarruf yetkisi veren mülk arazi türü ortaya çıkmıştır. Bu çeşit araziler “sırf mülk arazi” çeşidine girer ve öşür arazisinde olduğu gibi çıkacak ürünün öşre tabi olması gerekir. Eğer öşür devlet eliyle alınmıyorsa, hayvanlarda olduğu gibi sahiplerinin bunu uygun yerlere kendilerinin vermesi gereklidir((Toprak mülkiyetinin kazanılması için bk. Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, 1981, yy, s. 198-200.)).

Kaynak: İslam İlmihali, Erkam Yanları, 2011, İstanbul

Araştırma metninin 1.si için:

https://islamiktisadi.net/index.php/2017/07/02/zekat-nasil-hesaplanir-1/

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun