Anasayfa Araştırma Schumpeter ve Ülgener’in Tasarruf ve Servete Bakış Açıları

Schumpeter ve Ülgener’in Tasarruf ve Servete Bakış Açıları

by

Schumpeter tasarruf ve birikim olgusunu durağan ve durağan olmayan toplum olarak iki farklı yönden incelemiş ve ekonomiyi dinamik hale getiren inovasyonların gerçekleşebilmesi için tasarrufların olmazsa olmaz bir zorunluluk arz ettiğini ifade etmiştir. Ülgener ise gelişmişlik düzeyleri üzerinden yaptığı değerlendirmede az gelişmiş ülkelerin zihniyet yapılarının gelir- tasarruf ve tüketim denkleminin gelişmiş olanlara kıyasla farklılaştığını ve bunun altında yatan sebepleri değerlendirmiştir.

Schumpeter’de Tasarruf ve Servet

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Avusturya’daki hiper enflasyonist süreç sonucu oluşan sermaye kayıplarının tasarruf oranlarında yarattığı düşüşler ve para reformunun sona ermesi, Schumpeter’in reel sermaye oluşumlarını başlıca ekonomi politikası olarak görülmesinde etkili olmuştur (Legrand and Hagemann, 2016: 10). Bu sebeple uygulanan finans politikaları, tüketim üzerindeki vergileri artırmak yoluyla tasarrufları teşvik edici bir role sahiptir. 

Schumpeter durağan ekonomide tasarruf ve birikimin olmadığını savunarak, bu konuda bir çok eleştiri almıştır. İki sınıflı bir toplum yapısına sahip olan durağan ekonomilerde arazi için bir pazar olmadığı için arazi sahipleri işçilere göre ayrıcalıklı bir konumda bulunmaktadır. İşçi sınıfı arasında var olan gelir farklılığı ise sadece işçilerin üretimdeki etkinlik düzeyleri ile ilgili olup, yapılacak tasarrufların gelir üzerinde herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Bu sebeple araziye sahip olduğu için aristokrat sınıfa otomatik olarak dahil olan kesim ile, tasarruf yapsa bile ne sosyal statüsü değişecek ne de gelir artışı yaşayarak zenginleşecek işçi kesimi arasında, birikim yapmanın hiçbir cazibesi kalmamaktadır. Sweezy, (1943: 95)’ye göre Schumpeter’in tasarruf ve birikimi dışarıda bırakarak oluşturduğu varsayım, bu iki faktörün aslında değişimin nedeni değil sonucu olduğunu ifade etmesi sebebiyle kendi içinde tutarlılık arz etmektedir. 

Schumpeter’e göre kapitalist toplumlarda özel servet, inovasyonun itici kuvvet olduğu sürecin sonunda, tasarruf yoluyla ve yavaş yavaş değil, inovasyonları gerçekleştiren sınırlı sayıdaki girişimciler tarafından ve bir anda elde edilmekte, yapılan inovasyonlar ekonomide yayılıp ilk andaki etkisini kaybedene kadar da bu kişilerin elinde kalmaktadır (Schumpeter, 1939: 104-106). Aynı zamanda girişimci, bir zorunluluk arz etmemekle birlikte ilk etapta sermayeyi sağlayan kişi de olabilir (Schumpeter, 1939: 102). Kâr güdüsü ise sistemin işlevsel bir getirisi olmakla birlikte, girişimcinin onu elde edip etmemesinden ziyade kurumsal bir meseledir (Schumpeter, 1939: 105). 

Zorunlu tasarrufların önemine dikkat çeken Schumpeter’e göre, sermaye birikimi görünürde her ne kadar parasal bir olgu olsa da, temelde inovasyonların etki alanlarını genişletmeye yardımcı olan bir üretkenlik faaliyetidir. Tasarruf eden, diğer insanların tüketimini finanse ederek aynı zamanda yatırım yapmış olmaktadır. Ortodoks iktisatçılardan Mises ve Hayek’in savunduğu yalnızca ihtiyari tasarrufların sürdürülebilir sermaye yarattığı ve bankacılık sisteminde gönüllü tasarrufları aşan bir kredi genişlemesinin kaçınılmaz olarak krize sebep olduğu görüşünün aksine Schumpeter için inovasyonların artması ve rekabetçi kapitalizmin gelişimi için para ve kredi sistemlerinin yaratılması bir zorunluluktur (Legrand and Hagemann, 2007: 11). Zaten ekonomik büyüme ve özellikle de tasarruflar, kapitalist gelişim süreci ile önem kazanmış olgulardır (Clemence and Doody, 1950: 15). Tasarrufların bir damla gibi küçük kalması, ilkel endüstrilerin kapitalistleşirken neden kendilerini finanse etmekte zorlandıklarının bir kanıtıdır (Schumpeter, 1939: 78).

Schumpeter için tasarruf etmek, sermaye kazancını harcamamak ve birikim yapmak üzerine kuruludur ancak hiç bir zaman istifçilik de aynı anlama gelmemelidir (Schumpeter, 1939: 69-70).

Ülgener’de Tasarruf ve Servet

Ülgener’e göre gelir seviyesi yüksek toplumların gelir içindeki nispi tüketim oranları, az gelişmiş olanlara göre daha az olmakta ve gelirin büyük bir kısmı tasarruflara aktarılmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin gelir seviyesi artışlarıyla birlikte tüketim eğilimlerinin yoğun olmasının altında ise belli sebepler yatmaktadır (Ülgener, 2006: 188-201): Bunlardan ilki düşük gelirli kişilerin zaman içinde baskılanmış tüketim güdüsünün gelir artışı ile aniden ortaya çıkması durumudur ki fıtraten de bu doğal karşılanan bir olaydır. Tüketimi tasarrufların önüne geçiren ikinci sebep ‘‘zaman tercihi’’ olgusudur. Bugünkü harcamaların gelecekteki refah ve servete tercihi sonucu kaybedilen fırsat maliyeti olan zaman tercihi olgusu, az gelişmiş ülkelerde sermaye birikimi ve endüstriyel gelişmeyi engelleyen önemli bir unsurdur. Az gelişmiş ülkelerde teknik ilerlemeler ne kadar fazla olursa olsun, yüksek gelir sahiplerinin üretim ve tasarruf yapmaktan kaçınarak bir gösteriş aracı olarak tüketimi tercih etmesi ise bir diğer sebeptir. 

Gelişmiş ülkelerin refah seviyesine tüketimle ulaşılacağı zannı kişileri ve toplumları yanılgıya düşürmektedir. Bu noktada tüketim artışının iç talebi canlandıracağı beklenirken tam tersine tüketimin ithal mallara yönelik olması, yerli üreticiye ve milli gelire hiçbir katkı yapmadan akıp gitmesi anlamına gelmektedir. Harcamaların endüstriyel yatırımlar gibi menkul değerler yerine gayrimenkul ve altına yatırılması ise az gelişmiş ülkelerdeki servet akışında ortaya çıkan en büyük engellerden bir tanesidir.

Az gelişmiş ülkelerde gelir seviyesi yükselmesine rağmen tüketim harcamalarının artmasına sebep olan bu faktörler, talebe bağlı yaşanan fiyat artışlarını tetikleyerek ekonomik konjonktürde dalgalanmalar yaratmaktadır.

Pre-kapitalist ülkelerde girişimci ve kâr zihniyeti olmadan servet birikiminin nasıl gerçekleştiği ve aynı dönemde içinde nasıl eriyip tükendiği konusuna Ülgener başat unsur olarak siyasi karakterli kazançları oturtmuştur. Emek ve tasarruftan ziyade sosyal statü ve mevkiinin kullanılması sonucu kolayca el değiştiren mal ve serveti tekelinde bulunduranların nüfuz sahibi kişiler oldukları gözlenmiştir. Aynı şekilde servetin kazanılma koşulları kadar harcanma ve tüketilmesi de iktisadi amaçlar uğruna değil, siyasi beklentiler, atılımlar ya da siyasi gelecek kaygısından ötürü kullanılmıştır. 

Kısacası, pre-kapitalist toplumda servet, piyasaya ve yeniden üretime aktarılmanın haricinde her türlü işte kullanılan, yalnızca belli kişilerin elinde bulunan ve bir kere elde edilince birikim yapılmaksızın ya da miras bırakılmaksızın mutlaka harcanması ve tüketilmesi gereken bir fondan ibarettir (Ülgener, 2006a: 234). 

Ülgener’e göre gelişmiş ülkelerin tasarruf oranlarında yaşanan artışa bağlı olarak servet birikimlerinin artmasında ise dini saikler ve aile bağlarının zayıflaması olmak üzere iki faktör rol oynamaktadır (Ülgener, 2006: 209). Dini saiklerin temelinde Max Weber’in kişiyi tüketimden ve dünya hayatının hırslarından uzaklaştırdığını iddia ettiği Kalvinizm mezhebi ve riyazet sahibi insan örneği yer alırken, aile kavramının giderek küçüldüğü ve bireyselleşmenin ön plana çıktığı toplumlarda kişilerin hayatlarını kendilerinin idame ettirmesi gerektiği gerçeği, onları tasarruf ve birikim yapmaya bir nevi zorlamıştır. 

Pre-kapitalist toplumlarda görülen feodalite düzeni, üst tabaka olarak nitelendirilen ağa, bey, aristokrat vb. kesimin servete bakış açılarını toplumun diğer kesimlerine oranla farklılaştırmıştır. Para ve serveti bir nüfuz aracı olarak gören bu kesimin yaptıkları yüksek harcamalar ve lüks düşkünlükleri isimlerinin önündeki titrlerini ve siyasi otoritelerini korumak için kullanılmış birer vasıta görevi görmekteydi. Osmanlı Devleti’nin saray ve konak hayatında da bir benzeri görülen bu sistem, Kanuni Sultan Süleyman ile ilgili bir hikayeye ise konu olmuştur. Ercan (1993: 93)’ ten aktarılana göre Kanuni’nin Lütfü Paşa konağında 2000 kişiye barınmaları için sağladığı imkanlar ve lüks masraflar üzerine halkın isyanına karşılık ‘‘Biz saltanatın namusuna uygun düşeni yapıyoruz’’ şeklindeki savunması lüks tüketimi bir gereklilik ve vazife olarak gördükleri, servete bakışlarının ise kapitalist zihniyette olduğu gibi sermaye birikimi amacıyla olmadığı gerçeğine işaret etmektedir. Bu bağlamda gelir ve servet gösteriş ve asalet aracı olması dolayısıyla kişiye değil makama ait bir sembol olarak değerlendirilmiştir (Türkdoğan, 1981: 305).

Kaynak: openaccess.dpu

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun